Temaşa

Temaşa sözlükte “Hoşlanarak bakmak, temaşa etmek, seyretmek” olarak tanımlanmakta, Osmanlıca sözlükte ise: hoşlanarak bakmak, seyretmek, seyre çıkmak, gezmek, ibretle bakmak olarak ifade edilmektedir.

1950 li yıllarda ortaokul coğrafya  ders kitabının kapağı bize ilginç gelirdi. Kitabın kapağında renkli bir resim; yemyeşil yamaçta, emsalimiz akranımız bir çocuk tek başına oturmuş kollarını arkaya dayamış, yaslanmış önündeki manzarayı temaşa ediyor.

Resimde, aşağıya doğru tabiat yeşilin aynı tonu ile devam ediyor. Orada küçük mavi bir göle ulaşıyor ve karşıda bir başka yamaç, ileride sıradağlar ve gökyüzü. Çocuğun yüz ifadesinden hayranlığı belli, karşısında yeşilin mavinin farklı renkleriyle vadi, ova, dere, göl sonra orman, yayla, sıradağlar perde perde birbirinin arkasında; muhteşem bir coğrafya ve gökle yerin birleştiği yerde ufuklar. 

Bu resim biraz da kitapta  bulunan coğrafi bilgilerle ilgili. Tanımı tarifi ayrıntıları  yer şekillerini  bir arada  gösteriyor. Yerin göğün sahibinden, dünyanın aslından, esasından, yaradılışından, hikmetinden içinde birşey yok. Bilgiler maddi. Bakın, seyredin, görün temaşa edin, aslını  anlamaya çalışın,  bir de ibret alın denilmiyor.

Herkes şurada burada pek çok yerde güzel manzaralarla karşılaşıyor. Büyükler, çocuklar bunlara bakıyor görüyor bir bilgileri oluyor da; fazla bir şeyin farkında olmuyorlar. Hani gezin dolaşın temaşa edin ibret alın diye bir tavsiye de var.

 Hayatın içindekilerle  her şeyle ilgilenin,  temaşa edin: Canlılar nasıl yaratılmış? Gökyüzü direksiz nasıl yükseltilmiş?  Sema Güneşle  ayla yıldızlarla nasıl donatılmış?  Dağlar nasıl dikilmiş? Yerler nasıl yayılmış döşenmiş? Denizler dereler göller  ormanlar  bağlar, bahçeler, çayırlar otlaklar nasıl meydana gelmiş? dikkat edin anlamaya çalışın, belki bunlarda ibret alırsınız, farkında  olun demek isteniyor.

Gece ile  gündüzün birbirini hızla takip ettiğini görüyoruz da bir adım daha ileri gitmeyi ihmal ediyoruz. Hani vakit ayırsak sabahın erken saatinde, akşamın gün batımında bir süre yeri göğü izlesek, sabahın olmasına, gecenin inmesine şahid olsak. Sabahın fecir vaktini, tan yerinin ağarmasını, değişen renkleri, güneşin doğuşunu, kuşluk vaktini gözlesek. Akşam vakti gurubu, güneşin batışını, oluşan kızıllığını, alaca karanlığını, ay’ın yıldızların görülmeye başlamasını, gece karanlığının çökmesini takip etsek; bilgimiz olur ufkumuz genişler.

Su akar, göz bakar da,  bakmak her şeyi halletmiyor, görmek lazım. Kainatı eğer dikkatle izleyebilsek, etrafımızdaki oluşumlardan haberimiz olacak. Dünyamız güneşin çevresinde dönüyor, ondan ışık enerji alıyor. Gökyüzünde yağmur yüklü bulutlar oluşuyor. Rüzgarlar bulutları bir yerlere sürükleyerek yeryüzüne su indiriyor. Toprağı şişirip kabartıyor canlandırıyor,  toprakta  hava su güneşin katkısıyla sessiz sedasız gelişmeler oluyor, yeryüzü süslerini takılarını kuşanıyor, her taraftan hayat fışkırıyor.

  Mevsimler hükmünü icra ediyor, ilk baharda yeryüzü canlanıyor, çiçekler açıyor. Yazın ekinler biçiliyor, meyveler olgunlaşıyor. Sonbaharda yapraklar dökülüyor. Kış gelince havalar soğuyor, çevremizde bu düzen önemli bir değişikliğe uğramadan asırlardır böylece devam edip gidiyor ve  görenleri ibret almaya, düşünmeye, tefekkür etmeye çağırıyor.  İşte çoğu zaman  farkına varamadığımız akılları hayrete düşüren bu durumların, seyrine doyum olmayan manzaraların,  kainattaki bu mükemmel uyumun tesadüflerle bir alakası yok. Bütün bunlar kâinatın  kuvvet kudret sahibi bir yaratıcısı olduğuna işaret ediyor.

 En önemlisi eğer biz bütün bunların aslı esası ile ilgilenmediğimizde dünyanın ahiretin nizamından uyumundan haberimiz olmuyor, artık varoluşçuların saçma sapan bilgilerine kulak vermek zorunda kalıyoruz…..

 Bir diğer temaşa daha var,  bu hususta Tasavvufi Ahlak kitabından (c2,s250) aldığımız bir alıntıyı naklediyoruz:

Vaktiyle 1805 yılında Mevlana Halidi Bağdadi  Hazretlerini  Beytullaha  gitmek haccetmek cezbetti, şevkle istedi,  içine  Medine’ye gidip Efendimizin Ravzası’nı ziyaret muhabbeti düştü. Bütün alakalarda sıyrılarak muhaceretle Musul, Diyarbakır, Reha,  Şam,  Halep yolu ile hicaz’a gitti .Medineyi  Münevvereye vasıl olunca Resulullahı (sav) bir kaside ile beliğ bir methiye ile övdü. Orada hacıların kaldığı kadar kaldı, Mescidi Nebevi’de bir güvercin gibiydi. 

Buyurdu ki:

‘’Medineyi Münevvere de nasihati ile bereketlenmek için salihlerden bir kimse aradım. Gördüm ki bir adam abdest alıyordu, fakat evvela ayağını sonra kolunu ve daha sonra yüzünü yıkadı. Kalbime ‘Bu adam abdest almasını bilmiyor.’ diye geldi. O anda bana doğru döndü ve sert sert baktı, dedi ki; ‘Mekke’ye varınca böyle şeylere karışma.’ Büyük Adam olduğunu hemen anladım. Özür diledim ve sordum; Yemenliymiş. Bir cahilin bir âlimden isteyeceği nasihati istedim. Birçok nasihat ettikten sonra; ‘Mekke’de zahiri şeriate muhalif bir kimsenin hareketini görürsen karışma.’ dedi.

‘’Vakta ki Mekke’ye, Harem-i Şerife vardım ve o zatın ettiği nasihat ile amel etmeyi tasarladım. Bir deve kurban etmenin sevabını almak için erkenden Kâbe’ye karşı oturdum.’’ Delâil’’ okumaya başladım. Karşımda siyah sakallı, avam kıyafetinde ve Beytullah’a arkasını dönmüş. aramızda engel olmayarak bana yüzünü çevirmiş bir adam gördüm. İçimden dedim ki; ’Şu adamın terbiyesizliğine bak.’ Hemen bana; ‘’Mümine hürmet kabe’ye  hürmetten Allah katında büyüktür, neden benim arkamı kâbe’ye dönüp sana teveccüh ettiğime itiraz ediyorsun? Sana Medine’de söylenen  sözü ne çabuk unuttun?’’ dedi, ben o zatın evliyaullahtan olduğunda şüphe etmedim. Halktan bu gibi tavırla kendini gizlemiştir, diye eline kapandım. Kusurumun affını rica ettim, beni Hakk’a irşad etmesini istedim.

‘’ ‘Senin fütuhatın bu diyarda değildir.’  dedi. Ayağını kaldırdı, ‘Delhi’ye bak’  dedi. Baktım, o anda Delhiyi ayan beyan gördüm. Şu anda hâlâ gözümün önünden gitmedi. yine; ‘Senin fütuhatın  arzın o kutbundadır. Sana oradan işaret gelir.’ dedi. Harameynde beni maksuduma irşad eden bir zatın tahsilinden ümitsiz oldum. Haccı ifa ettikten sonra Şam-ı Şerife döndüm. Şam’a bu ikinci gelişimde buluştuğumuz ulemâ ile sohbetimizden, onların kalplerinde muhabbet uyandı.’’

Bundan sonra Halidi Bağdadi hazretleri vatanına avdet edip zühtünü artırır, evvelki seyyiatını da  hasenata tebdil  eder.  Nihayet bir gün Abdullah-ı Dehlevi( ks) Hazretlerinin dervişlerinden bir hintli gelir. Kendisiyle görüşür ve Şeyhi’nin Nakşi tarikatından ve ve ahlâkı Muhammedi ile mütehallik, hakikat ilmine âlim ve âmil bir mürşidi Kâmil olduğunu,  Cihanabad’a,  Delhi’ye gidip onun hizmetine süluk ederse murâdına nail olacağını söyler. Bu Hintli Nin sözleri kalbine nakşolur ve gitmeye karar verir.

Mekke’de Evliyaullahtan biri kendisine Kâbeden Binlerce kilometre uzaktaki Delhiyi ayan beyan göstermişti,  Delhiyi oradan dörtbaşı mâmur temaşa ettirmişti, sana işaret gelir demişti, işaret geldi karar verdi, vazifesini terk etti,  beyaz develerle yola çıktı, Delhi Ye bir senede vardı. Şeyhine kavuştuktan sonra havaici seferiyesinden artan neyi varsa müstehaklarına dağıttı. Beş ay içinde ehl-i huzur ve müşahede sahibi oldu bir sene şeyhine hizmet ettikten sonra doğru yolun gösterilmesini isteyenleri irşad, yola girenleri terbiye için vatana avdet etmek üzere izin çıktı ve döndü.. 

Bir başka temaşa danda bahsedilir: 

Yakın geçmişte bir şehirde bir âlim, ilmiyle meşgul, medresede görevi var, halkı da ihmal etmiyor. Haftada bir merkezi camide ders veriyor. Bildiğini yaşamaya çalışıyor. Evinde büyük küçük görgülü; kendisine, ilmine saygılı, takvayı uyguluyorlar. Aile bir manevi iklimde cennet misali bir hayat içindeler. Günlerini, gecelerini değerlendirmeye çalışıyorlar. Çocuklar da olumlu bir ortamda, dışarıdan uzak, dört başı mamur yetişiyorlar. 

Torunlar seviliyorlar ya efendinin çevresindeler. Namazında arkasında, tesbihinde dizinin dibindeler. onunla beraber olmaktan memnunlar. Torunlardan henüz okul çağına gelmeyenlerden birisine evdeki bu beraberlikler yetmiyor, kendisini cami dersine götürmesini isteyip duruyor, sonunda söz alıyor. Ertesi gün dedesi ders verecek, torununu da götürecek…

Dersler 45 dakika 1 saat. Bazen uzadığı oluyor. Bir konu ana hatlarıyla anlatılıyor. Camiye gidiyorlar, efendi torun ile kürsüye çıkıyor, derse başlıyor: Cemaatin kulağı derste. Dikkatle dinliyorlar. Ders sürerken yeni gelenler, işi mazereti olanlardan çıkıp gidenler oluyor. Torunun gözü onlara takılıyor, evdeki manevi ortamda kalp gözü,  keşfi açılmış, gördüklerini  dış hali ile ve manevi durumu ile görebiliyor ya… Başlıyor efendiye; dede inatçı katır geldi; dede hileci tilki geldi; dede azgin kurt geldi, dede saldırgan köpek geldi demeye… Efendi susmasını işaret ediyor, çocuk susuyor, daha gördüklerini söylemiyor.

Ders bitiyor, eve geliyorlar. Torun hemen ninesine “Babaanne dedem camide katırlara, tilkelere, kurtlara ders verdi” deyince evdekiler anlıyorlar. Onlara Efendi; ‘’Bu çocuğun eline bir parça ekmek verin, sokakta yediriverin.’’ diye tembih ediyor.  Çoçuk sokakta  ekmek yiyor,  keşfi kapanıyor, kimsenin artık katır mı, tilki mi, kurt mu olduğunun farkına varamıyor.

Ve Temaşa bir güzelliğe doyasıya  bakmak ise de temaşanın,  bakmanın görmeye çalışmanın mahzurlu olduğu durumlar da var. Her yerde temaşaya ve bazı yerlerde  bakmaya bile  izin verilmiyor,

Kesin emir var, ’Mümin erkeklere kadınlara söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar’ deniliyor.  Bir Hadisi şerifte de bu tür; ‘Bakışın iblisin zehirli oklarından biri  olduğu’ ifade ediliyor.

 Erkek ve kadının meşru olmayan ilgi ve niyeti bakış ile başladığından; müslüman erkek ve kadının birbirine bakmamaları,  konuşacakları zaman başlarını öne eğerek konuşmaları; mahrem olmayan kadın ve erkeklerin birbirlerinden birşey istediklerinde veya birşey söyleyeceklerinde, imkan nispetinde aralarında kapı veya perde olduğu konuşarak işlerini görmeleri istenmektedir. 

 Yabancı kadına baktıktan sonra tekrar bakmak mahzurlu görülmektedir, zira birinci bakış tesadüfen isteğin dışında olmuştur, tekrar bakmanın vebali olduğu için kaçınılmalıdır.

Hadisi Şerif!te  yine; ‘’Yol uğraklarında oturmayın, oturmanız lazımsa selam alın, selam  verin. Kadınlara ve haramlara bakmayın, yol soranlara gösterin ve yüklerine yardım edin.’’ kimseye zararınız olmasın diye bir bilgide var.

Kadınlar erkekler tesettür kaidelerine uymak suretiyle aşağılık kimselerin bakışından, zararından, kötü niyetinden korunurlar.  Kalpleri rahat olur, örtünmek de namusun muhafazasında en önemli etkendir. 

 İmana zarar verdiği bildirilen mahrem olmayan kadın ve erkeklere  bakmaktan sakınmak lazımdır. Kadınların erkeklerin açık saçık dolaştığı yerlere, caddelere,  deniz kenarlarına, eğlence yerlerine gitmek oralarda bulunmak  mahzurludur, sorumluluğu vardır.. 

 Allah korkusundan dolayı  bakışlarına hakim olabilen kimselere imanın tadının duyurulacağı ilave edilmektedir. İman hiç şüphesiz  Allah’ın bir lütfu ihsanıdır. Bilene dünyada  ahirette geçerli bir hazinedir.  İmanı korumak muhafaza etmek ise kurallara uymakla, edepli ve iyi ahlak sahibi olmakla mümkündür. imana zarar veren büyük küçük günahlardan sakınılmalıdır.

 Sakınanlar, tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar, sınırlara dikkat edip koruyanlardır. Kim de kurallara saygı duyup emirleri tutarsa mintarafillah kendilerini selamete çıkaracak imkan sağlanacağı da ifade edilmektedir.

Bildirilen sınırları aşanların yaptıklarından Allah habersiz değildir. O kuvvet ve kudret sahibidir. Göklerin ve yerin orduları ancak onundur,  O’nun ordularını kimse bilmez. O’nun orduları mü’mine yardım ve günahkara azap için hazırdırlar.  O ihmal etmez, unutmaz.

O’nun tutup kıskıvrak yakalaması pek çetindir.  O ilkin var edendir sonra yeniden diriltip kendine döndürecek olandır. Tevbe edenleri bağışlayandır. Ne dilerse hakkıyla yapandır. Küfredenleri yalanlayanları ötelerden çepeçevre kuşatandır.

O’nun sınırlarını çiğnemekten sakınalım. geçmiş hata kusur günahlarımız için tövbe edelim bağışlanma dileyelim. Yardımını rahmetini bereketini isteyelim. Göz açıp yumuncaya kadar bizi nefsimize bırakmaması için dua edelim. 

Rabbimizin kudret eserlerini adamakıllı temaşa edelim ibret alalım.