Hidayet

Sözlükte; hidayet, doğru yolu tutmak, sapıklıktan doğru olmayan yoldan uzaklaşmak, hakkı hak, batılı batıl görmek inanmak iman etmek manasınadır. zıttı dalalettir, bu yazıda ikisi yabancı dört hidayet hadisesi nakledilmektedir.

İnanmak, iman etmek, yüce bir varlığa bağlanmak insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır. Kainattaki bütün varlıklara üstün olmasına rağmen insan, kendinde hissettiği aczi, yüce sonsuz kamil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir. Allah’a bağlı olmayanların uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere veya şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının vazgeçilmez olduğunu göstermektedir.

İman, insanın güç, güven, itimat kaynağıdır. en büyük dayanağı ve sığınağıdır. İnanan insanlar en büyük maddi güçten daha güçlüdürler. İnanan insanın önünde hiçbir şey dayanmaz. İnanan insan gözünü budaktan esirgemez, korku nedir bilmez.

Hal böyle iken günümüz dünyasında doğru olmayan inançlar, sapık fikirler ve düşünceler, kötü izleri tarihte olduğu halde, bu defa çağdaş görünüm verilerek topluma reçete olarak takdim edilmekte ve güncel hayatın sıkıntı ve bunalımlarını aşmada etkin bir çare gibi sunulmaktadır. Sonunda bir kısım insanlar Allah’a bağlanmanın verdiği, güveni hazzı yaşamak yerine bu sahte uygulamaları tercih etmekte, kurtuluşu ondan beklemekte ve yanılmaktadırlar.

Bunların peşine takılıp hakkı hakikati inkar edenlerin hali; kutsal kitabımızda bir misal ile anlatılmakta: Allah’tan başka dost edinenlerin durumu “Kendine bir ev edinen örümceğin” durumuna benzetilmektedir. Evlerin en çürüğünün ise örümcek ağı olduğu ifade edilmektedir.

Bugün dünyanın dört bir yanında kalabalıkların bir kısmının inancı, fikri görüşü örümcek ağı gibi zayıf çürük olduğu halde; hadi bakalım bunlar görüşlerinin geçersiz olduğuna aldırmadan kendilerini güvenli görmekte, hasbel kader bir düzen kurduklarından, maddi güç ve kuvvet sahibi olduklarından bu defa batıl inanç ve fikirlerini başkalarına ısrarla kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Kendilerine dost düşman ülkelerde bozgunculuk yapmakta. Bu faaliyetleri için  plan program hazırlamakta kabarık ödenekler ayırmakta, etkin kadrolar tutmakta, medya ve diğer propaganda araçlarıyla müzik eğlence spor festival yılbaşı vs etkinlikleri ile oralarda  modayı, lüksü, konforu, israfı, içkiyi yaygınlaştırmaya; kitleleri düşünceleri emelleri çıkarları paralelinde olumsuz etkilemeye gayret etmekte. hani bir düzen, bir kumpas, bir hesabı var, neticede kitlelerin üzerinden silindir gibi geçmeye çalışmaktadırlar.

 Niyetleri açık olduğu halde bunlar faaliyetlerini gizlememekte, meşru çıkarlarının peşinde olduklarını söylemektedirler. Aslında bunlarda fesat ve bozgunculuk artık huy haline geldiğinden; kendi  içlerinde iç siyasette, beşeri ilişkilerinde de; birbirlerine acımasızca karşı çıkmakta muhalefet yapmakta, kendi toplumları için de zararlı olmaktadırlar.

Şimdi meşru inançlara karşı böylesine bir bozgunculuk yapılırken; artık bizim de gaflette değil bir gayret içinde olmamız gerekmektedir. Burada bilgili olmak önemlidir ve önce  inancımızın ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir, sonra bize meydan okuyan bizi sahih itikadımızdan uzaklaştırmaya çalışan farklı düşünce ve akımlara kapılmamamız, dikkatli olmamız lazımdır.

Hepimizin ihmali, kusuru, sorumluluğu vardır. Ancak evvela pişmanlıkla tövbe edebiliriz. Tövbe hak’ka daha makbuldür. Kim günah işler tövbe ederse, pişman olur, aczini zaafını idrak ederse, gözyaşı dökerse; işte bunun ibadet edenlerin nafile ibadetlerinden,  yaptıklarına pişman olanların tövbesinin daha kıymetli olduğu bildirilmektedir.

Eğer biz bozguncuların aslı esası olmayan yönlendirmelerine aldanıyorsak; oyun eğlence peşindeyiz, lüksü konforu seviyoruz, israf içindeyiz, kendi inançlarımıza arka çevirmişiz, manevi görevlerimizi ihmal ediyoruz demektir.  Bizim asıl değer yargılarımız bugün bir değişikliğe uğramış ise, artık kendimize bir çeki düzen verme zamanı gelmiştir. İşlerimizi fiillerimizi bundan böyle kendi kurallarımıza uygun yapmamız, oyunu eğlenceyi bırakmamız  gerekmektedir.

Çevremize şöyle bir baktığımızda kusurlu durumunu idrak eden tanıdıkların yakınların  yollarını düzelttiğini, onlarda olumlu gelişmeler olduğunu görüyoruz.  Mesela:1950’li yıllarda okullarda tuhaf bir disiplin vardı. Kurallar ne ise istenen oydu. İlkokulda önlük, yakalık, ortaokulda kasket, kravat, traş vs. gözlenirdi. Bir öğretmen sabahleyin okul kapısında denetim yapar, biz de eksiksiz gelmeye çalışırdık. Öğretmenlerin galiba bir ek görevi vardı, ekserisi derste bir münasebetle başta ortada sözü maneviyata getirir, ardından öğrenciye söylenmesi istenenleri sayardı. Ramazan ayında geleneksel bir uygulama olurdu; sınıfa bir öğretmen bir sürahi su, bir miktar kuru üzümle gelir, numara sırasına göre öğrenci çağırılır, yedirilir, içirilir, oruç tutması engellenir, ‘’Siz derslerinize çalışın’’  denirdi.  Dönem sonunda mayıs ayında son sınıf müsamere hazırlar ve bir piyes, konu alfabe  elifba, birisi hafife alınıyor,  mesela iki perde öğrenciler takdim ediyor, veliler misafirler dinliyorlar.  Gülsünler mi? ağlasınlar mı? bilemiyorlar.

Zamanla gördük ki;  bilgileri safsatadan uzak olan, belirli fikirlerle şartlanmayan öğretmenlerin ekserisi doğruya yöneldiler. bize iyi örnek oldular. Güngörmüş umur görmüş insanlar gibi iman meselesini hallettiler, hidayeti seçtiler, her zamandan daha fazla imanı tavsiye, inkarı çirkinlikleri men etmeye çalıştılar.

Ha, emirlere ve yasaklara karşı kılı kıpırdamayan, melekleri alaya alan, Allah’ın kitabını eskimiş sayan, öbür alemde hesaba çekileceğini unutanların da; zamanla gerçeği kabul ettikleri hakkında bilgiler var. Bunların örneği de az değil:

Bir Hatıratta anlatılır; 1970 yılı öncesi okulda dine karşı sert tutum içinde olan eli sopalı, haşin öğretmenlerden biri – fen dersi öğretmeni olmasına rağmen – her derste mutlaka sözü dine imana getirir, ardından hakarete vardırırdı. Ona karşı çıkmak şöyle dursun en ufak muhalefet cezasız kalmazdı. Yıllar sonra bu adam elinde baston topallayarak yürüdüğü halde camide görüldü, namaza gelmişti. Öğrencilerinin biri tesadüfen camideydi, O’nu gördü, tanıştılar ve sordu: “Hocam, tamam da anlatır mısınız, bu nasıl oldu? Sizi camiye getiren nedir?”. O da anlattı:

“Sorma evladım! 10 sene kadar önceydi, bir gazete Ramazan boyunca biriktirilen kupon karşılığında Kur’an-ı Kerim meali vereceğini duyurdu. Bende namaz oruç ne gezer, abone olduğum için Kur’anı Kerim’i adresime getirdiler. Ben de Muhammed (SAV) ne dedi diyerek o güne kadar yüzüne dostça bakmadığım, Kur’an- Kerim’i açarak okumaya başladım. Evladım, bir daha kapatamadım o güzel kitabı. İşte o gün bugündür bambaşka bir insanım. O kitabı getiren peygamberimiz aleyhisselamı tanıdıkça da; bu yaşıma kadar O’nu nasıl tanıyamamış, sevgisini gönlüme indirememişim diye çok hayıflandım. Rabbim hepimizi bağışlasın.

Kur’an-ı elimden düşüremez olmuştum. Meryem suresine gelince, oradaki  ayetler beni o kadar sarsmıştı ki tanıyanlar bendeki çöküşün farkına vardılar. Kur’an ile dost olur olmaz aklıma incittiğim öğrenciler geldi, çok tövbe ettim. İnşallah bağışlanırım. Rabbim hepimizi Kur’an’a dost olarak yaşatsın” dedi. Ayrıldıklarında öğrencisi elini öpmek istedi. öğretmen elini öptürmedi, göz yaşları içinde  kucaklaştılar, birbirlerine veda ettiler.,

Bu hususta yine hatırattan bir diğer olayı özetle alıyoruz:

Vaktiyle bir Ramazan günü, okulun sigara odasının kapısını ardına kadar açarak sigara içen bayan öğretmen doğru bir şey yapmıyordu da acaba bir derdi mi vardı? Oruç tutan arkadaşlarına saygılı değil miydi? Odanın kapısını kapatarak sigara içebilirdi, bu daha uygun olurdu.

Nedense onun bir tuhaf hali vardı, kimse ile konuşmaz, samimi olmazdı. Bazen merhaba derdi o kadar. Ramazan ayındaki olumsuz davranışına üzülen kimileri, kendisini yakından tanıyan öğretmen arkadaşlarından “Kocasından ayrıldığını, bir çocuğu olduğunu. fakat ana babasının çocuğunu ona vermediğini” öğrendiler, demek sorunları var dediler. Dua ederek, mutlu olmasını istediler.

Hani öğretmenler kütüphaneye inip çıkıyorlar, bir gün bu defa kütüphanede dalgın dalgın otururken gördüler, birisi konuşmak istedi; ne yapsın raftan bir kitap çekti baktı Cemil Meriç’in bir kitabı, konuşma fırsatı arıyor. Uzattı, dedi ki; “Hocam Cemil Meriçi okur musunuz?”. “Yoo adını hiç duymadım” dedi. Neden sonra “Kimmiş O?” diye sorunca. Artık konuşmaya başlayabilirim  diye: Cemil Meriç’ten, Necip Fazıl’dan, Mevlana’dan, sevgiden, iyilikten, hayatın güzelliklerinden, umuttan ve hayatın yalnız dünyadan ibaret olmadığından anlattı; bayan öğretmen bir uzun müddet gözlerini kırpmadan, birşey sormadan dinledi, ayrıldılar.

Aradan birkaç gün geçmişti ki yemekhanede bayan öğretmen kitabı vereni yakaladı: “Hocam kütüphaneye iniyorum, gel ne olur, biraz sohbet edelim” dedi. Kütüphanede buluştular. Bu defa bayan öğretmen sordu, arkadaşı cevap verdi, anlattı. O da ağlamaya başladı, ağlıyor, ağladıkça da içi açılıyordu. boşalıyor, rahatlıyordu. Zaman içinde bilgilenme devam ettı,  tavsiye edilen kitapları dikkatle okuyor, sorular soruyordu. Okuduğu kitaplardan bazı bölümleri heyecanla anlatıyordu. Bu bilgileri nasıl da görmemişim diye hayıflanıyordu. Sonunda sevecen, hayat dolu biri haline gelmişti ve arkadaşları arasında aranır olmuştu. Sonra evlendi, örtündü, dedi ki: “Aynaya bakınca kendimden iğreniyordum, başörtüsü takarak aynanın karşısına geçince içim gülüyor”.

Kendi mukaddes olanlarımızı bilmezsek bize çok yazık olur. İnancımız Kur’an ve sünnet ile tavsiye edilen kurallardır, bunlar herkesi bir dairede birleştirmekte, aralarında kardeşlik meydana getirmekte,  Üstünlüğün sadece takva ile olduğunu bildirmektedir.

İnsanlar her istediklerini elde etmek isterlerse ihtiyaçları sonsuzdur ve tabiatın kuvvetleri karşısında acizdirler. Ne yapacaklar hayat içinde çırpınır dururlar. Rengini, güzelliğini zamanla yitirir, sonunda her şeyini kaybederek ölür giderler. Demek ki insan için bu fani hayatta tam bir huzur ve bahtiyarlık yoktur.

Ancak inancına sarıldığında bahtiyar ve mesuttur, kalbi müsterihtir. Çünkü ebedi saadetin adayıdır. Dünya onu hiç endişeye düşürmez, Ahiret hayatının kendisini kucaklayacağını ümit eder. Hayatını kurallara göre düzenler, seve seve Rabbine itaat eder, hakka hukuka riayeti tamdır. Yurduna, kardeşlerine bütün insanlığa yararlıolmak etmek ister. Sonunda toplumun pek kıymetli fertleri arasına katılır.

Fakat batıda doğuda inancı olmayanlar, mesut müreffeh gibi görünen bir hayatın içinde olsalar da, onlar ahlakta kimseye örnek olamazlar. Batıda ahlak yok olduğu halde durumları varlıkları  onları mutlu mu etmiş?  Yo onlar doğru olmayan yola düşmüşler, nefislerinin çıkarlarını peşindeler, herşeyi ihtiyaç edinmişler, çabalayıp duruyorlar. Şeytan da onların üzerinde kolayca hakimiyet kurmuş, işlerini meşguliyetlerini fesada vermiş. Vicdanları uyarıyor, kendilerini sıkıştırıyor da, gözlerini açamıyorlar, durumlarını anlayamıyorlar. Kötü çevre kimseye izin vermiyor. Anlıyorlar ki maddetse kemiyetse bir şey halletmiyor ve bir yerde takılıyorlar, mutsuz umutsuz oluyorlar. Tutunacak bir dal da bulamıyorlar.

Şimdi iki yabancının hidayetine bakalım. Önce Hakikat Hanımı tanıyalım. O bu adını hidayete erdikten, müslüman olduktan sonra almıştı. İlk adını soranlara cevap vermez; “Ben hep Hakikatim” derdi. Herkesin dikkatini çekecek kadar güzel olmasına rağmen, dikkatler onun hattat olma özelliği üzerinde yoğunlaşıyordu. Hakikat Hanım ile ilgili bilgileri Fransa’da altı yıl kalan, kendisini tanıyan ve O’nunla Türkiye’deki bir haftalık dergi adına röportaj yapan edebiyat öğretmeninin hatıratından özetleyerek naklediyoruz.

Hristiyan bir baba ve yahudi bir annenin kızıydı. Paris’te resim eğitimi almıştı. Ressam olması ona ayrıca bir fazlalık da yüklüyordu. Çünkü orada ressam olmak ayrıcalıktı. O da bunun keyfini çıkarıyordu. Paris’te lüks ve pahalı bir binada oturuyordu. Evini atölyeye çevirmişti. Geleni gideni çoktu. Paris’in büyülü, görkemli sanat ortamında yıllarını tüketmesine rağmen O “Hep arayan” biriydi.

Onun arayışını hızlandıran bir rüya olsa da aslında içinde bulunduğu ortamdan; Avrupa’nın insan ruhunu törpüleyen dünyevileşmiş ve meta haline dönüşmüş fikir ve davranışlarından kaçıyordu. Her şey göstermelik bir reklam aracı olmuştu. Avrupa O’na göre bir nefs-i emmare imparatorluğu idi. Kendisinin entelektüel birikimi de son derece yüksekti. Felsefe ile uğraşmıştı ve Fransız edebiyatını da biliyordu. Önceden varoluşçu olduğunu da inkar etmezdi.

Yirmi beşli yaşlarda kendine sorular sormaya başlamıştı: “Ben neyim?”, “Niçin varım?, “Ölüm nedir?”, “Ölümden sonra ne olacağız?” gibi sorular O’nu meşgul etmişti, uykularını da kaçırmıştı ve sorularına da cevap bulamamıştı.

Gördüğü bir rüya üzerine Asya yollarına düştü, Afganistan’a gitti, Kuzey Afrika’yı dolaştı. Böylece bir nevi görkemli hayattan kaçtığına vurgu yapardı. Afganistan’a giderken Konya’ya uğradı, Mevlana Türbesini ziyaret etti. Türbede ve  Konya camilerinde gördüğü hat örnekleri kendisini büyüledi. Onları dikkatle seyrediyor, seyrederken huzur buluyordu. Günlerce Konya’da kaldı, sonra Afganistan yolculuğunu, orada bir tekkede geçirdiği günlerin ardından Kuzey Afrika tekkelerini gezdi. “Kendini arayış” içinde geçen bütün bu günler gelişmeler  beş yıl sürdü.

Onu en çok Kur’an-ı Kerim etkiledi. Peygamberimizin hayatını okudu, günlerce uyuyamadı. Ağlamaktan gözlerinin şiştiğinden, görenlerin sorularına hep  kaçamak cevap verirdi. Müslüman olduktan sonra çevresinden dışlandı. Önce anasının babasının kendisini reddettiğini, sonrada yine O’nu kabul etmek zorunda kaldıklarını anlattı. ressamlığının yanında çalışmakta olduğu bir diğer işten kovuldu. Paris’in ortasında bir süre yapayalnız kaldı. Ancak rabbına güven içinde oldu, islam’la ilgili kitaplar okudu. Bu epeyi zaman sürdü, kira veremez hale geldi, evden çıkmak zorunda kaldı. Mütevazi bir ev tuttu,  uzun bir süre sıkıntı devam etti.  ‘’Benimde hicretim böyle oldu.’’ derdi.

Birgün  bir arkadaşı onu Paris’te ara sıra gittiği bir islam derneğine götürdü. Oradaki hat çizimleri dikkatini çekti, seyrederken kendisini yeniden Konya’da hissetti, bir süre daldı gitti. Sonunda hat çizmeye karar verdi. Kararının ne kadar isabetli olduğu sonradan görüldü.. Genişce biri evi oldu, evini çizdiği hatlarla süsledi.

Kendisi ile yapılan bir Röportajda ‘’Siz ressamsınız,  şimdi hat çiziyorsunuz, ikisi arasındaki farkı izah edebilir misiniz?’’  sorusuna bir süre düşündükten sonra :: ‘’Resim yaparken bir nevi İlahlığa kalkıştığımı   hissediyordum, fakat hat çizerken kulluğumu idrak ediyorum, bunu şimdi o kadar net anlıyorum ki.’’ diye izah etti.

Paris’te bir sanatçı kadın, adı Hakikat Hanım. Allah’ın rahmetinden kana kana içiyor ve bunu  dünyaya  haykırıyor.

Şimdi Japonya’da hidayeti seçen diğer bir Yabancı ‘’Ravza Hanım’’; onunla ilgili bilgileri Japonya’da islamı tanıtan Nimetullah Halilibrahim Yurt Hoca efendinin Gonca yayınlarından çıkan hatıratından öğreniyoruz:

Efendi bir hatırasını anlatıyor ; Tokyo’da bir tramvay durağında düşünceli olduğu belli tedirgin bir bayan yalnız başına duruyordu, aramızda az bir mesafe var ,  vardım ingilizce bilip bilmediğini sordum. Kendisinin ingiliz olduğunu söyledi. ‘’Sana bir kelime öğreteceğim bütün dertlerin gidecek.’’ dedim ve tebessümle: ‘’Kul La İlahe İllallah, Muhammedün Resulullah, all problem finish.’’ diyerek islamiyete davet ettim. Ona ravza adını koydum. İslam merkezinin telefonu da yazılı bir de kitap verdim.

Bu bayanın ciddi sıkıntıları varmış, düşünceli olduğu halde gitmiş, evine vardığında sıkıntısının birisinin, ertesi gün diğerinin, daha sonra üçüncüsünün çözüldüğünü görünce şaşırmış, Israrla telefon ediyor beni arıyor. Haber verdiler, o esnada tebliğde idim bir saat verdim, o saatte  Kültür Merkezine geldi. Onu görünce o kadar duygulandım ki; tepeden tırnağa tesettüre girmiş, yanında kendi gibi tesettürlü bir hanım da var. Onun kim olduğunu sordum. ‘’Onun japon olduğunu kendisi gibi müslüman olacağını.’’ söyledi. Hepimiz aşkla kelimeyi şehadet getirdik, japon kızımıza da Âmine ismini hediye ettim.

Ravza Hanım kıymetli bir insan, çalışkan yedi lisan biliyor, onun annesi babası da müslüman oldu. kendisi Pakistanlı bir kardeşimizle evlendi. İslama davet için var gücü ile çalışıyor. Bir defasında  parkta bir şarkıcı  görmüş, güzel şarkı söylüyor. Sesi de güzel, dinleyenleri çok. Gitmiş Hazırlandığı yerde bulmuş, kulağına eğilmiş demiş ki; ‘’Senin sesin güzel, herkes seni dinliyor, ben bir melodi öğrendim, kim onu söylerse dinlerse bütün sıkıntılarından kurtulur’’ demiş;;  Japon şarkıcı da, ‘’Aman onu bana öğret ‘’ deyince kulağına eğilip birkaç kere yavaşça  kelimeyi şehadeti söylemiş. Japon kız da ‘’Ezberledim, şimdi söyleyeceğim’’ deyip sahneye çıkmış,  ‘’Ey benim dinleyicilerim, şarkılarımı sevenler; Şimdi yepyeni bir şarkı öğrendim, kim bu şarkıyı söylerse, kim dinlerse bütün sıkıntılarından  kurtulacak’’ diyince Hep beraber kelimeyi şehadeti öğretildiği gibi defalarca söylemişler, Ravza Hanım o sanatçı ile ilgiyi kesmemiş, sonra o da islamı yaşamaya çalışan bir müslüman oldu. İslamla şereflendi.

Aslında islam insanın yaratılışında fıtratında var,  herkes doğuştan sağlam inanca meyilli.  Japonyada Tokyo’ya iki saat uzak bir camide bir profesör ile karşılaştık, bir televizyon davetinde müslüman olmuş, bize ‘’Cami arıyordum, siz de buradasınız bize islamı öğretin’’ dedi. Proğramı izledi; sonunda: ’’Gelecek hafta en zeki öğrencilerimi getireceğim, siz burada olun.’’ diyerek gitti..

Tayland da camide nasihat ederken bir profesör ‘’ Hocam buyrun.’’ dedi, bizi aldı bir yere götürdü, orada on dakika içinde iki yüz kişiden fazla Taylandlı müslüman oluverdi. Biz onları ‘’La ilahe illallah ‘’ ile davet ediyoruz, kitap adres  telefon veriyoruz. Kelimeyi  tevhit  de fıtri, onda nur ve sır var. Müslüman oluyorlar, sonra namazı ibadeti de öğreniyorlar.

Özetle günümüz insanının meselesi herşeyden önce iman problemidir. Adı müslüman olan, islamı yaşadığını sanan bizlerinde problemi aynıdır. Bir bakıma herkesin fırsat elinde iken imanına destek alması gerekmektedir.

İşte burada hepimize iş düşüyor, her şeyden önce temizliğimizi gidermeyelim, imanımıza sahip olalım, bilgilenelim, inandıklarımızı  hususunda erbabından destek almayı ihmal etmeyelim.

Bize edepsizlik leke verir, haya süsler ziynetlendirir, bilelim  unutmayalım.

İstenecek yerden de hidayeti isteyelim.  Vesselam.