Heyecan
Sevinç korku kızgınlık üzüntü kıskançlık sevgi gibi sebeplerle ortaya çıkan ‘’Heyecan’’ güçlü ve geçici bir duygudur.
Mesela çocuk ailesi ile birlikte sahura kalktı, oruca niyetlendi, birşey yemedi içmedi akşamı iple çekti, iftara birkaç dakika kaldı, pencereyi açtı heyecanla ezanı bekledi. Ezanı duydu sofraya koştu, neşe içinde su içti yemeye başladı rahatladı.
Evin büyüğü baba yaşlı, bir eski hastalığı da var. hacca niyet etti. İlaçlarını ihtiyaten yanına aldı, kafilesi ile birlikte hicaz’a gitti. Ailesi arıyor Mekke Medine takip ediyorlar, haber alıyorlar. Haccı tamamladı.Dönmesine kısa süre kala eski hastalığının nüksettiğini öğrendiler. merak edilecek bir şey yokmuş da üzülüyorlar, neyse dönecek dur bakalım diye hepsi heyecanlı tedirginler, geleceği güne kadar merak içinde kaldılar, o gün erkenden havaalanına koştular. işte geliyor da nasıl gelecek heyecanlılar ve uçak iniyor da, yolcular bekleniyor, onlara uzun gelen beklemeden sonra; hacılar grup grup geliyorlar, daha babaları yok, vakit geçmiyor. yolcular artık birer ikişer geliyorlar, acaba ne oldu derken nihayet babalarını bir arkadaşı ile görüyorlar, gülümseyerek onlara işaret ediyor. hepsi mutlu oluyor, gözyaşları ile karşılıyorlar, heyecanları tatlı bir hatıraya dönüşüyor.
Adamın acele işi var, bir yere yetişmesi lazım. durağa gitti, otobüs dolmuş bekleyecek heyecanlı, neyse bir dolmuş geldi, bindi de beğenmedi, eğleniyor oyalanıyor, çabuk gitsin istiyor, trafik var, inen binen var, saatine bakıp duruyor. Vakit de geçimekte, terliyor, sıkılıyor, neyse sıkıntılı da olsa varacağı yere varıyor ve İşine koşuyor; sakinleşti, olanları unuttu, heyecanı geçti..
Mesela sınavlar… Sınavsa imtihansa yalnız öğrenciye has bir uygulama değil ki binbir türlüsü olabiliyor. Bir bilsek; şu bizim hayatımızın akıl baliğ den başlayan ve ömrün sonuna kadar süren sınavlarla dolu olduğunu anlayabilsek. Herkes bildiğinden öğrendiğinden kurallarından denenmekte imtihan edilmekte ve elde edilen neticeler değerlendirilerek güvenli bir yerde saklanmaktadır.
Bir bakıma; sınavlar sıradan sınav ve manevi sınav olarak tanımlanabilir. Sıradan sınavlar okullarda sınıf geçme, okul bitirme ve görev verilen kurumların yaptığı sınavlardır. Her sınavın konusu veya dersi vardır, öğretilenler sorulur, başarılı olmak için dersi takip ve çalışma gerekir. Okullardaki sınavlar yazılı ve sözlüdür. Bunlardan yazılı olanlar sıkça uygulanandır. Sözlü sınavlar da ayrıca değerlendirilir..
Yüksek öğrenimde yazılı sözlü sınavlar yapılır, yazılı olanlar hep bir arada olduğundan, aynı sorular sorulduğundan nispeten rahat; sözlü sınavlar biraz değişik. Eğer ağırlıklı bir dersin sözlü sınavı yapılıyorsa, müsait bir sınıfta, öğretim üyesi ve yardımcıları otururlar, idareden bir memur kapıda, öğrenci numara sırasına göre içeri alınır, biri çıkar bekleyen girer. Bekleyende heyecan başlar, süre uzadıkça artar, arkasından çarpıntı gelir, öğrenci saatine bakar durur. Niye denilirse; yüreği atıyor, o da sayıyor. Normali altmış yetmiş ise nabız yüzaltmış olmuş, istediği şu: “imtihan hayırlısıyla bir bitseydi”; derken kapı açılır ve bir öğrenci çıkar, artık onun sınavı bitmiştir, rahatlamıştır. Kapıdaki öğrenci ona gıpta eder, tedirgin halde içeri girer, sorularını verirler, bakar bazısı tahmin ettiklerinden, dikkatli olması lazım. Cevapları hatırlar, bir şey unutmamak lazımdır, sınavların hepsinde az veya çok heyecan vardır, heyecansız olmaz.
Bir de manevi sınavlardan bahsedilir; Allah kuluna bol rızıklar verir, kendi cömertliğinin gereği kullarına nimetlerini yağdırır, kulun durumuna göre nimetlerinde değişiklik yaparak darlık genişlik, zorluk kolaylık vererek onları imtihan eder.
Bu imtihanda kimin iyi tutum davranışta bulunduğuna, kimin dünyayı tercih ettiğine, kimin ahireti bir kenara bıraktığına bakar; tecrübe eder ve neticesini bir şekilde kendilerine haber verir. Bilsinler, durumlarını ıslah etsinler ister. Bütün bu imtihan ve denemeler ile kuluna kendisini belletir,
Allah’ın emirlerine sarılmıyorsa sarılması, yasaklarından kaçmıyorsa kaçması, nefsinin arzularına uyuyorsa uymaması için; kıtlık darlık sıkıntı verir, onları uyarır. Kim nefsinin arzularının birini terk etmeye karar verirse, o isteği yerine getirmenin bütün imkanlarını da ortaya çıkarır, kendisine yardımcı olur.
İmam Gazali’nin ”ihya” kitabından öğrendiğimize göre; inananlara servet, imkan verilip kendilerine genişlik kapıları açıldığında, onların mahzun olup üzüldüklerini. “Ne oluyor dünya bize yöneliyor, bizim dünya ile bir alakamız yok ki.’’ dediklerini. Bir felaket ve darlık ile karşılaştıklarında sevindiklerini “Rabbimiz bizi imtihan ediyor’’ diye heyecan içinde başlarına gelen her ne ise ona sabrettiklerini öğreniyoruz.
Kendi çocukluk döneminde büyüğün küçüğün heyecanlarını, sabırlarını hatırlarım. Dar muhit ve güvenli ortam, zorlu geçim şartları, baş tacı edilen büyüklerin, evin sokağın mahallenin telkin ettikleri yol gösterici yönlendirmeleri ile; herkesin sabrı artar, heyecanlara da bir olumlu katkısı olurdu..
1950’li yıllarının başı. Anadolu’da bir ilçe. Nüfusu onbeşbin. İki tarafında iki dağ, etekleri göle açılan geniş bir ova. Ovada ekime elverişli araziler. Bağ bahçe tarla meralar; dağlarda müsait yaylalar ve göl… Göl ilkbaharda taşar, yazın çekilir. Çevresi çayırlık.
Ovada gölün çevresinde ziraat hayvancılık yapılır. Bağ bahçeden sebze meyve, tarladan buğday, arpa, pancar, haşhaş… Çiftliklerde koyun, keçi yetiştirilir. Büyükbaş hayvan herkesin evinde avlusunda ahırında bakılır. Mahallelerin sürüsü vardır, manda sığır gündüz meraya gider, evde geceler, sabah akşam sağılır, yılına yağmuruna göre verim alınır.
Evler çoğunlukla kerpiç tuğla, damlar toprak. Mevsiminde damın otları yolunuyor, üstüne çorak atılıyor. Yuvarlak bir taş adı yuvak, o damdadır, yağmurda karda dam akmasın diye mevsiminde birisi çıkıp ,damın yüzeyini sıkıştırır damın akması önlenir.
Su şebekesi yok, su çeşmeden taşınacak, çeşmeler bakımlı, her köşe başında çeşme var ve başları kalabalık, çamaşır yıkanacak ise su çeşmeden erken geç taşınacak. İlçeye elektrik yeni gelmiş. Kömürlü bir santral kurulmuş, akşamdan gece yarısına kadar elektrik veriliyor. Voltaj düşük elektriğin söndüğü oluyor. Evlerde ihtiyaç olduğunda beşli, yedili gaz lambaları hazır. Hacet zamanında yakılıyor. Mutfakta ise ocak veya gaz ocağı yakılıyor, ne iş varsa görülüyor.
Ekmek evde hazırlanıyor, un sandığı kilerde, Her mahallenin fırını var, herkesin ekmeği mahalle fırınında yapılıyor. Yazın her hafta, kışın onbeş günde bir hamur yoğurulur, tekne ile fırına götürülür, orada ekmek yapıp pişirip getiriyorlar. Ekmek ilk gün taze, sonra bayatlıyor da taze bayat arayan yok.
İlçede trafik sakin, araba adedi çok az, onlar da caddelerde ağır ağır gelir giderler. Yaya kaldırımları dar olduğundan herkes caddeyi tercih eder, şehirler arası trafiğinde caddelere yükü olur, şoförler ne yapsınlar çarşının ortasından dikkatle geçer giderler.
Şehirde birkaç otel, pek çok han mevcut, çarşılar kalabalık, tüccar esnaf sanatkar çarşıda, ustalar kalfalar becerikli, herkes işini biliyor. Eskişehir, Bursa, Konya ile sıkı ticari ilişkiler var da dükkanların çoğu sadece bir idare çıkarabiliyorlar.
Sokaklar çocuk dolu. Herkes akşama kadar emsali akranı ile bir arada, oyunun tiryakisi olmuşlar akşamı beraber ediyorlar, kimsenin vakitten haberi olmuyor. Evler sakin, sokaklar canlı, cadde kalabalık, bir taşkınlık yok. Çocukların oyunları heyecan dolu ve onlarda oyunu biliyor başka bilmiyorlar, dalmışlar sanki etrafı görmüyorlar.
Ancak yine de büyüklerin kafası meşgul. Hani büyük kütle ziraatla hayvancılıkla meşgul, harman hasat mahsul önemli, yılın verimi az oluyor çok oluyor. İdareler zor, kahveler dolu, para yok, tebeşir var, veresiye var. Esnaf veresiye veriyor, borcunu vermeyen olursa, alacak da yeni senenin harmanına hasadına kalıyor.
Çarşıda, pazarda, sokakta evlerde; aileler geçim derdinde ancak sabrediyorlar, sükunet sürüyor. herkes dertli olduğu halde, dertlerin ekserisi ortak, millet birbirini görüyor, teselli oluyorlar. burundan soluk alıyorlarda, ağzımızdan bir şikayet çıkar diye de korkuyorlar.
Siz çarkçı bileyici Abdil Ağa’yı nereden bileceksiniz? Çarkçının adı Abdil de, burada çoğunun adı zaten Abdil… En fazla konulan isimlerden, çocuklara; Abdülkadir, Abdulvahap ismi veriliyor. Bunlar türbeleri bulunan iki büyüğün ismi de çocuklarına koyuyorlar, ancak evde sokakta abdil olarak kısaltıyorlar, çocuklar da isminin aslını okulda öğreniyor. Kadirini Vahabını yoklama defterinde görüyorlar.
Abdil Ağa da meşhur. Önce tipi değişik, kısa boylu, kara kuru, zayıf neşeli, gözü pek, çenesi kuvvetli, şakacı dili tatlı ve sadece daha önce düşünüp ölçerek biçerek konuştuklarını tekrar ediyor. Kalabalığın içinde sanatını icra ediyor bıçak biliyor, geziyor dolaşıyor.
Nerden aklına esmişse, bir yerden bileme taşı edinmiş memlekette tamirciler var, bir basit düzenek yaptırmış. Altta pedalı var. Çemberi döndürüyor. kendisi de işinde sanatında ilerlemiş, usta olmuş. Hani kasabın esnafın evin bıçağını kim nasıl isterse bir güzel keskinletiyor. O günün arabacıları, tamircileri, tüfekçileri, tenekecileri gibi o da sanayicilerden sayılıyor, hayranlıkla izleniyor.
O’nun meselesi bulunduğu yerde çevresini saran çocuklar. işlem tehlikeli, çember dönüyor, taş dönüyor, demirden çelikten mamul bıçak bileniyor, etrafı rahatsız eden keskin bir ses çıkarıyor ve kıvılcımlar… Taşın, demirin bünyesinde sertlik var, ikisi de iddialı. Neticede bıçağın canını çıkarıyor, etrafa kıvılcım saçıyor..
Usta sokakta bıçak biliyor, herkes çevresinde, yakında olanın başına kaşına gözüne bir şey gelirse diye korkuyor. Çocuklar etrafında. “Çarkın çevresinden gidin” diyor da aldıran yok, gitmiyorlar. Niye gitsinler? Bir hareket var, ses var, kıvılcım çıkıyor, heyecan var, emsal akran ise işte burada, ahenk de burada… Abdil Ağa da bıçakları bileyecek, işini görecek de sakin bir ortam istiyor, çocuklar ise oyun eğlence ve heyecan peşindeler.
Şimdi Kalabalığın kimi seyirci kimi müşteri. Hani bıçak getirmiş, parası da cebinde. Usta almış, sıraya koymuş, bekleyecek. ilerde beklerse iyi , onlardan bir şikayeti yok. İşi bitince getirdiklerini alacak, gidecekler. Diğerleri niye geliyor, onlar gelmesinler; ara sıra biraz geride durmalarını söyler de yine dinleyeni olmaz.
Çocuklar çarkı takip ediyorlar, Abdil Ağa nereye giderse onlar da oraya gidiyorlar. Yeni bir yere varsalar, beraberinde gelenlere yeni katılımlar oluyor. Bu kadarı da fazla diye bir şeyler söylemek gerekiyor da ne desin? Erkek çocuklarına: “Evinizin haceti vardır, akşam babanız gelecek, evden komşuya göndereceklerdir, çarşıya gidilecektir. Eve varınca size darılırlar, nerdeydin derler. Siz en iyisi hadi evlerinize gidin!” der. Hiç olmazsa bir kısmını atlatmaya çalışır da çoğu akşam ezanı okununcaya kadar Abdil Ağa ile beraberdir.
Kız çocuklarını da utandırır. Der ki “Ne duruyorsunuz kızlar? Evinize görücüler geldi. Size bakacaklar gözleyecekler, çevreyi dolaşırlar, sizi dışarıda görmesinler. Onlar dikkatlidir, kapıya pencereye cama aynaya bakarlar, kilimin keçenin, perde yastıklarını kaldırır altını merak ederler, hasırın altında toz toprak ararlar. Gaz lambasının şişesi silinmiş mi? Gazı konulmuş mu? Fitilinin ucu kesilmiş mi? onlar için önemlidir. En iyisi siz doğru evinize gidin çok işiniz var. Hadi ne duruyorsunuz derde, kızlar sadece gizli bir gülümseme ile cevap verirler, yerlerinden kımıldamazlar.
Mahallede, evlerinden ustaya bıçak getirenlerin ‘’Bıçak iyice keskinlensin” dediği yok. Bıçak bu aman fazla keskin olsun istemiyorlar. Herkesin bildiği bir akşam yemeği hikayesi var kulaktan kulağa ulaşmış; onu hatırlıyorlar, hikaye şöyle:
Evlerin işi bitmez ya; bir gün gelinin canı iyice sıkışmış, kaynanasından izin almış; anam gile gideyim diye, anasına gidecek de anasının huyu belli, “akşama kal der” ısrar eder. Onu da hatırlatır; kaynanası da, “kal derlerse kalıver” der. Gider karşılanır, hoş geldin maşallah iyisin kaynanan da iyi mi diye bir muhabbet başlar, sonra vaktin nasıl geçtiğini anlamazlar, annesi “ille kal akşama yemeğim var bir de çorba yaparız, damada haber göndeririz” der, çocuğun biri gider, eniştesini bulur, “babamın selamı var, ablam bizde, akşam ekmeği bizde yiyeceğiz” der..
Akşam toplanırlar, hepsi bir arada, memnun, bir iki ilave yemek tatlı da var, beraber yiyecekler, sofranın çevresine otururlar. Ekmek dilinecek. gelinin babası ekmeği dilecek de damat önce davranır, hizmet olsun için ekmeği göğsüne dayar, bıçağı eline alır. Ekmekler sarı buğdaydan, biraz da bayat. Şöyle bıçağı yürütür, bir yerde takılır. Yoklar, biraz daha derken bayat ekmeğin ilk dilimi ile bıçak boşa çıkar, damadın burnuna ulaşır, keskinmiş az bir şey dokunur. Orası nazik ve burnu yumuşağının iki tarafından kanlar şımarmaya başlar, herkes heyecanlanır. Damat elini burnuna götürür, bakar kanı görür, eliyle saklar, kanların üzerinde tutar ve musluğa gider.
Çocuklar üzülüyor, kayınvalide de eyvah edip dizlerini dövüyor, herkesi sakinleştirmek damada düşüyor. musluktan sakin bir şekilde gelir oturur. Kaynanasına “zararı yok analık” der, gelinin babası soğukkanlı, hemen belindeki beylik palaskanın arkasını, yelek cebinden çıkardığı çakı bıçağı bolca kazır, bu kan durdurma ilacıdır, kahvede pazarda karşılaşılan ufak büyük kanamalarda bu kesin çözümdür, tabii ilaçtır, pudra gibi damadın burnunun iki tarafında bolca koyarlar, kan kesilir. Herkes sakinleşir, besmele çekerler, neşe içinde yemeğe başlarlar, her şey unutulur.
Hikaye bu, Abdil Ağa bu hikayeyi bilirde bıçakları uygun bir şekilde keskinleştirir, kimse de Abdil Ağa parayı aldı, bıçağı da iyice bilemedi demez.
Bir de günümüzdeki olaylarının heyecanına şöyle bir bakarsak, mesela sabah namazından sonra güneş şöyle bir yükselinceye kadar camide meşgul olduktan sonra birkaç arkadaş ara sıra bir yerde oturup çay içtiği, bir şey yedikleri olur.
Bir cuma günü namazdan sonra bir müddet oturduktan sonra birlikte çıkanlardan birisi “Evden börek hazırlamışlar, siz buyurun cami kahvesinde oturun, alıp geleyim.” der, evi de caminin karşısında. Eh börek yiyecekler çay içecekler. kahveye girerler otururlar, kahve her zamanki gibi tenhadır. Börek gelir, çaylar verilir, başladılar, kahvaltı ediyorlar, doymak şart değil.
Kahveci bal da satıyor, balı güzel kaliteli, beğeniliyor, cami cemaatı balı ondan alıyor, A! baktık kahveci masaya bir tabak şöyle yeteri kadar bal getirdi, masaya koydu, “bu benden.” tadın dedi. Belki hatırlatıyor hani “evinizdeki bitti ise alın.” demek istiyor.
Balı görünce bir heyecan başladı. Börek, çay, bal da beraber nasıl yenilecek derken, birisi demesin mi? “Şimdi kaymak olsa da karıştırıp yesek.” öbürü de yapması gerekeni söyledi “Ne duruyorsun, git al gel karıştıralım.” deyince, isteyen hemen gider; yakın yerden kaymak alır, bir de ekmek dilimleriyle gelir. Kaymakla ekmek geldi ya, heyecan artar. Masadakiler bal tabağına kaymağı katarlar, kaymak kutusunda bulaşığa bal ilave ederler, karıştırırlar. Börek bitti zaten, dilimlenen ekmeklerle bal kaymak yemeye başlarlar.
Aa! o da ne çaycıya satılsın diye Erzincan’dan tulum peyniri gönderilmiş, Adam erbab bir tatsınlar diye şöyle masaya özenle kesilmiş hatırı sayılır bir peynir getirmesin mi! Herkes sevinir, hangisinden yesin? ondan mı ötekinden mi? neyse her şey masada, onlarda ne varsa kısa sürede neşe içinde yerler içerler bitirirler
Şimdi sünnet edilecek, kalan ekmeklerle tabak sünnetlenir, birisi de kaymak kutusuna peynirin kalanını döker. Şaşırırlar, ne yapacak diye düşünürken bir başkası “ Ben onu yiyecektim ne yaptın?” der kızar, ötekiler de peynir balı fesada verir diye hoş karşılamazlar, bir şey de söylemezler. Peyniri bala kaymağa bulaştıran hiç oralı olmaz, kutudakileri karıştırır. Herkes bakıyor, gözleri onda, sonra güzelce sünnetler. Gösterir gibi ortaya koyar. hani kızıyorlardı? Bu defa memnun kalırlar. Kahvaltı bitti, her şey sünnetlenmiş, çaylar diplenmiş, ekmek ufakları derlenmiş, tamam zaten istedikleri o, hemen duasını yaparlar.
Kalkarlar kahve ocağına yönelirler. Yeni gelen denedikleri beğendikleri tulum peynirine bakacaklar, gösterişli ambalaj içinde üstünde tartısı fiyatı yazılı, peynirler hoşlarına gider. ancak herkes hesap adamı, bakarlar fiyatı marketten ucuz. Şimdi de yediler, güzel; alan alır, eve götürecekler, almayanlar programa alır.
Çaycı para istemiyor, verenin parasını alıyor, vermeyene de ne zaman verecek sormuyor, müşterilerini tanımış. Kimisi öğle namazında getirir, getirmeyeni aramıyor, galiba sonra şunu kahveden almıştım der aklına gelirse öder diye düşünüyor, veresiye kadar istemiyor. Eh sanki bir at ile bir deve mi? Kimsede de alacağı kalmıyor. Eğer müşteri “al gülüm ver gülüm” tercih ederse, onlar da bir vakit namazında kahveye uğrayıp alıyorlar.
Özetle heyecan, hatırda tutma, unutmama, bir gayeye odaklanma ise olumludur. Heyecan aşırılıktan uzak, kurallı olduğu müddetçe bir güçtür etkendir. Büyüğe küçüğe böyle bir heyecan da gerekir. O sanki hizmeti, iyilikleri çekip götüren güçlü bir lokomotiftir.
Kendimize has, nev-i şahsına münhasır heyecan, atalarımızdan bize miras kalan bir özelliktir. Onlar ahlak ve gelenekleri bu özelliği ile bize kadar ulaştırmışlardır.
Aslı esası misalleri büyüklerimizin kitaplarında. O kitaplar da kütüphanelerin raflarında bizi beklemektedir. Bir gayret istek merakımız oluverse onlara erişeceğiz de bizi meşgul eden o kadar çok şey var ki, onları bırakıp bize yararlı olacak kitaplara nasıl yöneleceğiz, gerekli zaruri bilgileri öğrenmeye nasıl vakit bulacağız?
Öyleyse vakitlerimizi iyi değerlendirmeye çalışalım, hani vakit nakitse, hazine ise boşa geçirmeyelim, ağırlıklı bilgilere yönelelim. Bizim temel kurallarımıza ters düşen edebe, ahlaka aykırı heyecanların kimseye bir faydası olmaz bilelim.
Ha kafirin münafığın heyecanı ise; onların küfrü, nifakı, yediği içtiği, oyunu eğlencesi, kini düşmanlığı başının belasıdır. Onların heyecanlarının ne kendilerine, ne çevresine, nede aleme bir faydası yoktur.
Heyecansız olmaz, heyecan lazım, gençlerin yetişkinlerin dört başı mamur heyecana ihtiyacı var. Hisli, duygulu olsunlar, dünyayı ahireti hesaba katsınlar, biraz merak etsinler, düşünsünler…
İşte şimdi bize, ileri bir adım atmak için yeni bir heyecan gerekmektedir ki; önden gidenlere erişelim. Samimi olursak yardım da görürüz.
Maksat da hasıl olur.