Zaaf ve Sebat

Sözlükte zaaf; zayıflık, kuvvetsizlik, güçsüzlük, düşkünlük ve irade zayıflığı… Sebat ise; bir işi sonuna kadar sürdürmek, sözünden, kararından dönmemek, dayanmak, kararlı olmak, sözünde durmak. Osmanlı lügatinde: Ahde vefa etmek, inançta, ibadette, itatte sabit ve kararlı olmak, bir meselede, bir fikirde kararlı olma ve sağlamlık. 

Zaaf ve sebat; iradenin iki ayrı şeklidir. İrade ise; bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar ve güçtür, hayat ile ilgilidir. Bil ki irade büyük bir zenginliktir. Bütün mutlulukların tohumudur ve irade beşerî sıfatlardan değildir. Aksine Hakk’a mürid olma sıfatının nurlarından bir parıltıdır.

Zaaf

Hayat; dünya ve ahiret hayatından ibarettir. Dünyamız İçinde bulunduğumuz yer; tepemizdeki gökyüzü… Bakıyoruz görüyoruz da düşünüyoruz: Uçsuz bucaksız fezanın, yıldızların, yıldız kümelerinin arasında koca “kâinat aleminin” mütevazi bir parçası olduğunu tespit edebiliyoruz; Astronomi fizik kimya bilgilerinden yola çıkar, eğer aklı, şuuru, bilinci hesaba katmazsak yine fazla bir şey anlamıyoruz, kainatın büyüklüğünden dehşete düşmüyoruz. Kendi hiçliğimizi hissetmiyoruz. 

Vicdanı uyanık, akıllı kimse düşünmez mi? İşte bu bizim dünyamız, dağlarını, kıtalarını, denizlerini yüklenmiş, hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında durmadan sarsmadan biteviye dönüyor dolaşıyor; geceyi gündüzü ve mevsimleri oluşturuyor, hatta saatler bile onun dönüşüyle ayarlanıyor; biz bütün bunları bildiğimiz halde aklımızı da kullanıp dört başı mamur düşünemiyoruz, onu yaratan çeviren dolaştıran Allah’ın kudretin azametini, büyüklüğünü takdir edemiyoruz, anlayamıyoruz, bu bizim zaafımız ve ayılamıyoruz, gaflet sürüp gidiyor, kaybımız büyük oluyor.

İki baharın yağmurlu, fırtınalı günlerinde, çakan şimşeğin her tarafı aydınlattığını görüyoruz, yıldırımlardan korkuyoruz, azametli gök gürültüsünü duyuyor irkiliyoruz, yine de bunun bir uyarıcı bir ihtar olduğunu bilemiyoruz. 

Başımızı kaldırıp; erde erkende şafağa, güneşin doğuşuna, akşamda guruba mağribe ufuklara, gecede gökyüzüne yıldızlara bakıversek, bu esrarlı muazzam sistemin yaratanını, tasarruf edenini bilip, aklımızı işletsek ve ibret alarak bilgiye itaate yönelebilsek; dünyayı ahireti öğreniriz, adımlarımızı denk atarız ve hayli istifademiz olur. 

Hani bizim kendimizden de haberimiz yok. Nasıl görüyoruz, nasıl duyuyoruz, nasıl tadıyoruz, nasıl değerlendiriyoruz. Aklımıza bir şey geliyor onu yapıyoruz da bu nasıl oluyor diye araştırmıyoruz, bilmiyoruz; ağırlığı olmayan şeylerle uğraşıp duruyoruz ve kafalar karışık… Her şeyi olağan kabul ediyoruz, normal deyip geçip gidiyoruz; ihmal ediyoruz, aslını esasını öğrenmeye ibret almaya bir türlü sıra gelmiyor.

Halbuki dünya aleminde insan ve şeytandan başka her şeyin haddini ve hakkını bildiğine, edebe riayet ettiğine; “Kâinatın, edep ile bir düzen içinde bulunduğuna” dair bilgi var. Dünya ihmal edilecek hafife alınacak yer değil ki dünya bizim için hazine, ahiretin ekin tarlası, ahiretin kazanıldığı yer, önümüze çıkan her şey nimet mal mülk makam servet imkan fırsat, bizim için bir bakıma imtihan… 

Günümüz

Aslında günümüzde toplumumuz; inancından uzak, Allah’ın kendisine neler verdiğinden habersiz… Temel bilgisi zayıf, başkalarına özeniyor ve onları taklit ediyor, yaşam giyim kuşam, örf adet, zevk safa konularında onlara meylediyor. Sağlıklı düşünemiyor ya maalesef teknolojinin, medyanın, olumsuz güç odaklarının getirdiği anlamsız bir yozlaşma, bozulma içine giriyor. Aslı esası bu dünyanın imtihanı olduğunu, ahirette hesap sorulacağını unutmuş gibiler. 

Aklını kullanan, düşünen kimseler; artık doğrunun yanlışın bir önemi kalmadığını, doğruyu arayanın, yanlışa karşı çıkanın azalmakta olduğunu; doğru peşinde olanların bir sürü engelle ile karşılaştığını biliyor görüyor. Ancak kalabalıklar ise doğruya değil; medyaya, kanallara, bakıyor onları izliyor, bizimle uzak yakın alakası olmayan şeylere itibar ediyorlar. Kendilerine göre yeni bir yol buluyorlar, ne yapsınlar çaresiz onu esas kabul ediyorlar.

Hayat sınırlı, ömür kısa… Uzun bile olsa sayılı gün ay yıl gelip geçiyor. Dünyanın zevki sefası keyfi tadı lezzeti ise bitmiyor ve insanın nefsi de onların peşinde, ancak hayatın “bir oyundan eğlenceden ibaret olduğunu” çok kimse anlayamıyor. 

Dünyanın gelişmiş ülkeleri; hayat seviyesinin giderek yükselmesi ile bir ileri refah düzeyine erişmiş gibi görünüyorlar da refah göstergeleri, sadece tüketimi konforu rahatı esas aldığından; huzuru iktisadı ahireti katmayıp, toplumun önemli bir kesimini ihmal edip, israfa kapı araladığından doğruyu yansıtmıyor. Fakat uzun vadeli plan ve programlar; refah göstergeleri tüketim rakamları esas alınarak hazırlanmakta ve uygulanmakta olduğundan; tüketim uygarlığın göstergesi oluyor. Refah kalkınma için yükseliş kabul ediliyor.

Hani atalarımızın “ihtiyaç şol bir şeydir ki olmazsa olmaz” şartı öyle bir tarafa atılmış ki unutulmuş gitmiş; hani nefis keyfi rahatı yan gelip yatmayı istiyor ya, toplum dünyayı seviyor, dünyayı talep ediyor. Kimse ihtiyacım ne diye düşünmüyor. Çevresine bakıyor. Kimde ne varsa, bende niye yok düşüncesine aklı takılıyor, bir sürü bahanelerle kendisine fazla bir katkısı olmayan ihtiyaçlar çıkarıyor. Sonunda toplum israfa yönelip gidiyor, 

Nefis

Nefsin iyi bilinmesi lazım; onun içinde binlerce arzu dolaşır. Canı çeker baklava, kadayıf ister, kebap ister, tatlı tuzlu ister, yutkunur, çünkü bunlar bildiği, listesine aldığı hoş leziz şeylerdir. Bunlara erişmek yemek tatmak için acele eder, içindeki arzuların her biri yılan gibi baş kaldırır, aramak bulmak yemek ister de bunların karşılanması kolay değil; bedeli var, hafif ağır külfeti var ve parası cebinden çıkacak. Kim nefsinin esiri olursa yerinde sayar, ilerleyemez, geri gider, aşağı düşer. Dört gün sonra baş belası olmadan vakti zamanında tedbir alıp nefse dur demeyi bilmek lazımdır.

Nefis kalp gönül; faydasız ve lüzumsuz duygu ve hatıralardan korunmalıdır. İnsan doğal olarak parayı pulu, yemeği uykuyu, istirahati gezmeyi eğlenmeyi dünyaya ait olan şeyleri sever de bu eğilimi ıslah edilmezse, işte o zaaftır ve bir süre sonra onu bağımlı eder. Herkes yapıyor yemesinde zevkinde eğlencesinde der; onlara katılır, onlarla düşüp kalkar. 

Artık onlar gibi düşünür, bende çalışıyorum yoruluyorum diye kendine ilave ihtiyaçlar edinir, sonra bağımlısı olur: Elindeki evindeki yetmez, zevki tadı başkalarında dışarıda şurada burada arar. Zararlıdır değildir diye de düşünemez. Bu, öteki, bir başkası derken, bedeli cepten karttan ödenirken, pusulayı kaybeder haddi aşar; şaşırır, ele güne muhtaç olur. 

Kimin gönlüne yeme içme eğlenme, mal mülk para pul girdiyse, sonu yakındır. Bir değişik çevreye girer, yeni arkadaşları olur; gezecek eğlenecek yiyip içecekler, akıl veren de pek çok, bir başkası bir yenisi derken adı üstünde zevk safa eğlence sonunda arzuladığı tatmine ulaşamaz.

Zevk safa eğlence yerleri artık; otel, kasap, manav, aşçı dükkânı, tatlıcı, kahve, pastane değil. Neredeyse buralar kalmadı, bugün batının taklitçiliği ile tanınmaz bir hale geldi, dünün mütevazi yerleri ile hiç ilgisi yok, adı bile Avrupai, çok değişik. Oralara devam edenler; yer içer eğlenir oynar, oyalanır vakitlerini zayi ederler. Nihayet yeme içme eğlenme bağımlısı düşkünü olur çıkarlar. Hani orta oyunlarının başında “Yar bana bir eğlence medet” diye feryat ediliyor; illa ki imdat isteniyor, bunlara imdat yetmez, parayı ölçüsüz harcadılar, zevk de almadılar, vakitler de boşa geçti ve ellerine bir şey geçmedi.

Bütün diğer önemli lüzumlu şeyler de bir kenarda kalır, israf ise eğlence ise az para yetmez, çok para artmaz, yapılacak fazla bir şey de yok, ne yapacak bulması lazım da para pul ek kazanç bulayım derken, sağa sola koştururken, yanlış yollara girer, yanlış işler yapar, ömrünü tüketir, sâyi gayretini para peşinde maddiyat için kullanır, bulursa saçar savurur, bulmazsa kara kara düşünür, değer yargıları değişmiştir, ehli dünya olur çıkarlar. İlerisini göremez, gününü gün etmeye bakar, ölümü uzak görür, yarını düşünemez, çaresiz çabalar çırpınır kurtulamaz, batağa saplanır kalırlar.

Gafletten ağır bir uyku, aşırı istek ve arzudan daha beter bağımlılık olmaz. Eğer gafletin ağırlığı olmasaydı, nefsi de kimseye hakim olamazdı. Gafletin temeli ise cehalettir, ihmaldir, bilgisizliktir. Bilse anlasa aşırı arzular törpülenebilir, nefis ıslah edilebilir. 

İnsanlara zevkli, menfaatli, keyifli gibi görünenlerin pek azı -mintarafilillah- yasaklanmış. Aslında bunlar bedene, ruha, aileye, topluma bir faydası olmayan şeyler. Kurallarımıza göre yasak olan yenilen içilen zararı bilinen şeylere, nedense bir şekilde bulaşılıyor, zaaf nefis şeytan kimseyi rahat bırakmıyor devamla ısrarla bağımlı edebiliyor. 

Şeytan 

Keyifle, lezzetle insanları aldatıyor, zevk ahenk müzik oyun eğlence vs. bunlarda aşırılığı tavsiye ediyor. İnsanları bunlar vasıtası ile aldatıyor oyalıyor, onun yalan yanlış pek çok oyunları var. Herkese düşman, pis iğrenç bir mahluk, aldattığı kimseye hiç acımaz, daha beter olmasına çalışır. Dikkat etmek aldatmalarını hemen anlamak, kanmamak lazım. Şeytanın hilesi bellidir, onun işi olduğunu bilmek lazımdır ki; sonunda pişman olmasınlar. Eskiler bunları hakkı ile bildiğinden zaten tedbir alıp şeytanın tasallutunu önler ve herkese de onu anlatırlardı. İşte onlardan bir nasihat:

Evvel koyma ki sonra çıkarması güç olur, güç. Şeytan çerisi hane-i kalbe koyulunca…

Şeytanı ve askerini tanıyalım, zaten onun hilesi zayıftır, aman onu dost edinmeyelim. Abdestli olalım, euzu besmele çekelim, ondan Allah’a sığınalım. 

İçki sigara

Bilindiği gibi içki sigara zaaftan kaynaklanmaktadır. Sağlık bakımından zararlı olduğu kesindir. Kurallarımız içkiyi yasaklamış. İçki yasak olduğu için kişinin sağlığı korunmakta, kurtarılmaktadır. İçki içmedikçe kul dininde genişlik görmeye devam eder. Ahirette de mükafatını alır. 

İçki içerse eğer; içki kötülüklerin anasıdır, Allah onun perdesini yırtar ve artık şeytan ona söz geçirir, onun velisi, kulağı, gözü olur. Her kötülüğe sevk eder, her hayırdan geri bırakır, ayağını kaydırır. İçkiye bağımlı eder, sarhoş olur, uyuşur canlılığını sağlığını diriliğini kaybeder, sonunda dertleri ile yalnız kalır, bir kenara çekilir, onlardan sağlıklı bir şey beklenemez ve sonunda saygınlığını da kaybederler.

İçkinin zararını herkes biliyor da batının ilanla reklamla, dağıtım kanalları ile medya ile takdim ettiği, faydalarını sayıp bitiremediği içeceklerin zararını kimse bilmiyor. Vaktiyle Ankara’da Hacıbayram cemaatinin tanıdığı Doktor Emin Acar rahmetli; kola içmeyin aman, beyin hücrelerinde tahribat yapıyor derdi, sonra batıda da zararlı olduğu tespit edildi. Amerika’da ve Avrupa’da kolanın zararları ortaya çıkınca tüketimi düştü.

Ancak üretici firma ve bir kısım güç odakları baskın çıktı, medyayı kullandı reklama devam etti, toplumu yanılttı ve kola bugün tahribatına rağmen, yine batıda ve bilhassa doğuda satılmaya tüketilmeye devam ediyor. Halbuki zararlı olduğu bilinince; reklamı yanıltmayı bir tarafa bırakıp zararlı içeceklere itibar etmemek gerekir.

Sigaranın kanserojen madde ihtiva ettiği bilinmektedir; zararlı olduğu da herkesçe malum; ancak önce batıda sonra bizde bir felaket olduğu iyice anlaşılınca, apaçık zararları paketinin üstüne yazıldı. Sağlığa nasıl zararlı olduğunu içen içmeyen bir daha anladılar. Buna rağmen yine de bağımlı olanlar sigara içmeye devam ediyorlar, çocuklar gençler yine sigaraya özeniyorlar.

Sigara neredeyse iki bin yılına kadar yerli imalat iken, bugün satılanları ithal malı, pahalı parfümlü ve daha sağlıksız ve içenin ağzında. İçeni de çok, eh sözü muhabbeti oluyor; gençler delikanlılar kendilerine güveniyor ve bir deneyelim derken, bir münasebetle sigara ile tanışma oluyor. Bir iki ikramın arkasından; gençler, “tadı yok keyfi yok” diyemiyor, bunun sadece bir özenti olduğunu anlıyor da bu özenti de bir başka tür reklam oluyor. Düğünde dernekte sigara dağıtılırken, kahvede toplantıda şurada burada; “buyur burdan yak” denilerek sigara ikram edilirken, arada sırada, sonra üç beş adet, yarım paket derken devamla bir şekilde sigaranın müşterisi oluyorlar. 

Sigara ucuz bir şey değil ki; fiyatları yüksek, aralarda şahidi olduğumuz zam furyaların dan en fazla hisseyi sigara alıyor. Çok geçmeden şikayetler de başlayınca bırakmaları akıllarına geliyor; hastane doktor vs kendilerine ne desin, “gel tedavi edelim” deniliyor, kimi bırakıyor, ekserisi tedaviyi göze alamıyor, şikayetleri ile yalnız kalıyor. Bu defa evinden eşinden şikayetler başlıyor, artık sokakta durakta balkonda, nerde nasıl içecek nasıl kepaze olacak. Sigaraya zaafı ısrarı inadından; evi ile çocukları ile yüz göz oluyor, şikayetleri artıyor.

Bir hikaye 

1960’lı yıllar; ortaokul lisede sigara yasak, üniversitede serbest, her yüksek okulda kantin var ve orası yoğun sigara dumanı içinde. Öğrenciler buradan memuriyete gidecekleri için, şimdiden memur kulüplerinde içilen Yenice, Bafra sigaralarını deniyorlar. Daha şimdiden tiryakisi oldular. Yenice elli beş kuruş, Bafra otuz beş kuruş, bunlar Birinci, İkinci sigarası içecek değil ya. Akşam öğrenci yurduna geliyorlar, yemekhanede yemek yiyecekler, tiryakisi sigarasını içecek, ders çalışmaya çıkacaklar,

Üniversite öğrencisi bunlar, öğrencinin birisi de sigara almayı unutmuş alamamış. Bakınıyor, veren olur diye. Nihayet birisi sigara uzatıyor, çok memnun kalıyor. Yakıyor, bir nefes çekiyor, arkadaşına teşekkür edecek: Ne desin: “Bu sigaranın şu an benim için kıymeti bin beş yüz lira” diyerek tek sigaranın keyfini bile bin beş yüz liraya çıkarıyor. Böylece arkadaşına teşekkürünü artırıyor. 

Halbuki içtiği sigaranın tanesi üç kuruş bile değil. O yıllarda öğrenciye yemek yurt harçlık ayda iki yüz lira yetiyor, tiryaki henüz yaktığı bir nefes çektiği sigaranın keyfini abartıyor. Bu onun söyleyeceği şey değil, ancak şeytan süslüyor aldatıyor söyletiyor, Zaten o başlatmıştı, yetmiyor takip ediyor, acımıyor.

Hayat

Askerlik hayatla çok ilgili; Altmışlı yıllarda biz acemilere askerliğin ilk tanıtımında; “Burasının ana kucağı değil, Peygamber ocağı olduğu” söylendi, askerde yedirilir giydirilir donatılır ve emir verilir, askerden emir tekrarı istenir ve eylem yaptırılır, yapılan işe eyleme zafere bakılır. Hayat ise çok daha Çetin ve vebali ve sorumluluğu ağır bir süreçtir de; ancak imanının emirlerine ve yasaklarına sebat edilmesi halinde hayat kolayca yaşanılır ve mutlu sona erişilir.

Emirler yasakları öğrenmek donanmak bilgi edinmek farzı ayındır. Mecburidir. “Alim mürşit arayın; ancak hangi âlim, beş şeyden diğer beş şeye davet ediyorsa onu tercih edin; şüpheliden gerçeğe, kibirden tevazuya, nefretten düşmanlıktan hayırhaklığa ve dünyaya yönelirken ahireti unutmamayı telkin ediyorsa ilmi ondan öğrenin.” diye tavsiye edilmektedir. “Vaktinizi değerlendirin, sorumluluktan kaçmayın, gerçekleri gören, şerefi ve gerçeği savunan, yanlışlarını görenlerle beraber olun, dünyayı değerlendirin ki; sonunda ahireti kazanın. Bu mesut sona bilgi ile dikkat ile iyi arkadaş çevresi ile daha kolay ulaşılır.” denilmektedir.

Arkadaşlık

Arkadaşlığa seçilecek kimse akıllı, iyi ahlaklı, manevi kuralları uygulayan, bidatlara itibar etmeyen, dünyevi menfaatleri hesaba katmayanlardan olmalıdır. Arkadaş seçiminde akıl esastır. Arkadaşlığa layık olanlarla arayı bozmadan âsan vechile kardeşliği sürdürmek; ondan hoş olmayan bir şey duyulsa bile, birden yetmişe kadar özür kapısını araştırmak, bulamazsa, belki anlamadığım bir özrü vardır deyip meseleyi kapatmak gerekir. Onlardan manasını anlamadığınız bir söz duyarsanız; kabul edilmeyecek kadar bile olsa, iyiye yormak lazımdır. Böyle durumlarda “niye anlamadım” diye kendinizi ayıplayınız.

Kendisi ile arkadaşlık yapılacak kimsenin meziyeti olmalıdır. İyi ahlak önemlidir, diğer özellikler de arkadaşlıktan beklenen faydalar açısından değerlendirilmelidir. Dünyayı ahireti hesaba katanlarla oturup kalkmak makbuldür. Haya sahibi kimselerle beraber olmak tavsiye edilir, onlar imana, inanca hayat verir. Sır saklayan, kusur örten, sıkıntılı anlarda yardım edenle; kendi menfaatini gözetmeyenle ve kötülükleri saklayan kimselerle arkadaşlık edilir.

Arkadaşla münakaşa etmemek, onu alaya almamak ve ona sadece yerine getirilebilecek vaatte bulunmak gerekir. Kimseye eza etmek, onları ayıplamak ve gizli ayıplarını araştırmak doğru değildir. Kim bir kardeşinin ayıbını ararsa, Allah da onun ayıbını ortaya çıkarır

Hoş geçimli olmak başkaları ile iyi geçinmek, yumuşaklık, uysallık aranan özelliklerdir. Uyumlu, yumuşak olmayı kendilerine hal edinenler başkaları ile güzel geçinir ve kendisi ile güzel geçinilir. Güzel konuşmak, söz dinlemek, marufu tavsiye etmek, çirkinlikten vazgeçirmeye çalışmak lazımdır

Arkadaş seçimi

Arkadaşlıktan manevi faydalar beklemek doğaldır: Ancak dünyevi mal, mevki sahibi olmak, sadece görüşmek, hoş vakit geçirmek, yalnızlıktan kurtulmak için arkadaşlık yapılmaz. Ahmak ile arkadaşlıkta hayır yoktur. Çünkü kötü huylardan birinin tesiri altında olanlarla, mesela öfkeli, cimri, korkak, menfaatine düşkün olan kimse ile de arkadaşlık olmaz. Huylar bulaşıcı olduğundan, dünyaya düşkün olanlarla düşüp kalkmak hırsı tahrik eder. Allah’tan korkmayan, namaz kılmayan, oruç tutmayan arkadaştan emin olunamaz. Dostluğuna güvenilmez. 

Huysuz kötü kimselerle arkadaş olanlar farkına varamadan menfaatçi maddeci olmaya başlar. Onlar arkadaşların zaafından istifade ederek saptırır, ayağını kaydırır, yolsuzluğun İçine çeker, günaha düşürürler, içkiye zevke keyfe alıştırır, evini ailesini ihmal ettirir ve kendileri gibi yaparlar. 

İster akıllı ister ahmak olsun kimse ile fazla şakalaşmak doğru değildir. Çünkü akıllılar hemen anlarlar, ahmak ise çirkin sözler söyleyebilir, rencide edebilir. Şaka alay istihza, vakarı ağırlığı kaybettirir, hayayı ortadan kaldırır. 

Kişi arkadaşından azar. Kötü arkadaş yolu şaşırtır, kötü huylar edindirir; arkadaşlık edilecek kişiyi seçmek önemlidir. Çene çalmak, münakaşa etmek, çalım satmak için arkadaşlık olmaz; ilkesiz gafil, cahil kimse ile kendini bilmeyen ile ve sorumluluk vebal düşünmeyenle arkadaşlık yapılmaz. 

Yolun doğrusundan sapan, yoldan çıkan, harama ve günaha dalan ile arkadaşlığı dostluğu kesmek büyük kazançtır, bunlarla bir yere gidilemez. Şimdi söylenen ağızdan çıkan sözün sorumluluğu vardır, ileri geri sözler söylenmez. Söz kimin ağzından çıkarsa artık o onun esiridir. Gevezelik yapılmaz, ölçerek düşünerek dikkatle konuşulur, çok konuşanla, düşüncesiz konuşanla, azametle konuşanla arkadaşlık olmaz. Düşünerek konuya uygun denk kelimelerle kısa ve öz konuşulur.

Bir hikâye

Hani Başakşehirli hemşeriler, gelirken giderken bir yerde karşılaşınca selamlaşır hâl hatır sorar, kısa bir konuşma yaparlar ya… O gün cami çıkışında tesadüfen bir araya gelen üç hemşeri yine hal hatır hoş beşten sonra, içlerinden biri yemeğe davet eder, “yeni köfteci açılmış buyurun gidelim” der. İkram edecek. Biri sükût eder gidecek, diğeri yemek yediğini söyler gitmeyecek. Ona “sen de bizimle oturursun, konuşuruz” derler. Hani belki tatlı yersin, ayran içersin gibisinden onu da alır giderler, otururlar. Köfteci gelir, “birli mi bir buçuklu mu” soruyor. İkisi birli köfte isterler, tok olan da bir buçuklu ister. Diğerleri yüzüne bakarlar; yakışmadı ya, cevap vermek zorunda kalır, ne desin; “Ben oturursam yerim” der geçer.

Günah

Nefis terbiye edilmezse günah işletir, kötü şeyler yaptırır, özünün tertemizliğini giderir, çirkinliklere mundarlıklara bulaştırır. Kişinin en büyük hasleti kendi nefsine yenilmemektir. Akıllı olanlar nefsini terbiye ederek dünyaya ahirete hazırlanır. Nefsine hakim olamayanlar kendilerine zarardan başka bir şey veremezler.

Günahı işleyenler bir taraftan öğrenmişlerdir; “Mevla’nın erhamerrahimin olduğunu, rahmetinin merhametinin gazabını geçtiğini” bilirler, akıllarında nasıl olsa kendi günahlarının da sonunda affedileceği kalmıştır ya: “Allah affeder” der geçerler. Allah’tan hakkıyla korkmazlar. Müslümanım ya; öteki dünyada günahların affedileceğini düşünürler. Ancak bu düşünce yanlış; Allah’ın “Aziz-ün züntikam, vahid-ül kahhar” olduğunu da bilmeleri lazım. 

Tevbe

Kim bir günahı işledi ise; ben nasıl yaptım, niye yaptım diye üzülmesi, nefsime neden yenildim şeytana nasıl aldandım demesi, tevbe etmesi ve artık günahın küçüğünden büyüğünden kaçınması lazım; devam ve ısrar ederse, inat ederse tekrarlarsa, o zaman günahı küçükse bile büyür ve eğer günahına sevinirse, işte bu işlediği günahtan daha fenadır. Fakat “kul günahta ısrarı tekrarı terk ederse kendisine tevbe nasip olur” diye bilgi var, Allah’tan korkmak da; zamanla günahta devamı, ısrarı terk ettirir.

Lakin günah işleyenler utanmıyor aldırmıyor sevinç duyuyorsa; günahı gören onu engellemiyor müdahale etmiyorsa, marufu iyi olanı tavsiye etmiyorsa, işte o zaman günah olan şey normal sayılmaya başlanır, günah hoş görülür, günah işlemek kötülük yapmak yaygınlaşır, tabiileşirse; toplumun günah batağından kurtarılması ve ıslah edilmesinin zor olduğu bildirilmektedir. 

Evveli korku, sonu özür tevbe olan her günah, evveli güven sonu kibir olan ibadetten iyidir. Kendini beğenmiş kibirli kimseler, itaatkâr bile olsalar, aslında onlar asidir. Özür dileyenler asi de olsa, hakikatte itaatkardır.

Günah zaaftan yanılgıdan kaynaklanır. Çaresi; ilim öğrenmek, imanını korumak, bunlara dair yeterli bilgi edinmektir, İbadetleri her defasında daha fazla özenle yerine getirmek, sevaplı işlere koşmak, iyi huylar edinmeye çalışmak, ibadet ve itaatte sebat etmektir.

Kim işlediği günaha pişman olur samimi içten tevbe ederse, doğru yolu bulmuştur. Günahı yetmiş yıllık bile olsa silinir. Tevbe gelmekte olan ve gelecek belaları da önler.

Hayatın sonu ecel

Bazı olaylar vardır, herkesi ilgilendirir. Mesela ecel herkesi buluyor alıp götürüyor ya; ecelin er geç kendi başına geleceğini doğal kabul eder. Eceli gelip ölenleri, kabrine gömülenleri görür, sırasının gelmekte olduğunu anlar; ölümden sonra ne olacağı, nereye gideceği de aklına gelir, kendisi hayatta ya daha bir şey yok, ciddiye almaz. 

Kimse doğal olarak ölümden yok olmaktan hoşlanmaz; daima yaşamak sağlık afiyette olmak ister. Sonraki hayatı düşünmeyenin bir kısmı ahireti kabul etmez, ölümle her şeyin biteceğini zanneder. Aklı ile duyguları ile ölüm sonrasını, kabir hayatını ve ahiret alemini anlaması mümkün değildir. Ölüp gidenler geri gelmedikleri için onlardan sorup öğrenmek imkânı da yoktur.

Bugün hayattayız. Ecelimiz bizi takip ediyor, bizim için önemli olan geri kalan ömrü güzel geçirmek, iyi kul olmaya çalışmaktır. Ancak tuhaftır! Bir kesimin dünya ahiret hakkında, doğru eğri pek çok şey kulağına geldiği halde, önem verip aslını araştırmak aklına gelmiyor. 

Halbuki imanı varsa ona her şey açıkça tanıtılmış, işte onlara değer vermeyip ihmal edince; ecelinin kendisini beklediğini anlamıyor. Kendisinden gaflet edilmediğini, halinin hareketinin tespit edildiğini bilemiyor. Sağır sultanın bile duyduğu çok şeyden haberi olmuyor; bunlar nedir ne değildir demiyor, boş vermiş aldırmıyor; bir zaaf içinde ecelini bekliyor…

Mü’minleri ise: “Rabbimiz Allah (c.c.) deyip, istikamet üzere dosdoğru oldukları için; ölümleri anında melekler yanlarına inerler de, korkmayın bıraktığınız evlat ve ailenizden endişe etmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin neşelenin.” derler, karşılarlar.

Ne edip edip, Allah’ın emri yasağı ile ilgili lüzumlu bilgilere vakit ayırıp aslını öğrenmesi, vaktini boşa geçirmeden, günleri geceleri hayırla hizmetle doldurması lazım; vaktin günün zamanın ibadet itaat fırsatlarını kaçırmaması gerekir. 

Hani ahiret yurdu ilelebet yaşanacak bir başka hayat ise; orada sorgu hesap mizan sırat varsa; hemen bir tevbe etmeli, yaptığına ettiğine kazandığına harcadığına dikkat ederek, kalan ömrü sürdürüp, hayıra hizmete koşmalı, dünya hayatını mesut bir sonuca ulaştırmağa bakmalıdır.

Hayatın gayesi Allah rızasını kazanmaktır.

Sebat

Manevi değerlerimiz, imanımız inancımız dört başı mamur çok kıymetli kaidelerdir. İnsanın İnanca olan ihtiyacı fıtratın derinliklerinden gelen ve varlığı ile iç içe bulunan asil bir ihtiyaçtır. Bizim inancımız doğaldır, kitabımızda hiç değişme tahrifat yoktur, toplum içinde, çevre içinde temel kuralları ihtiva etmektedir.

İman ise; amel ve ahlaktan oluşan bir değerler bütünüdür. İmanın amel boyutu; namaz, oruç, hac, zekat gibi temel emirlerdir; bunlar iman edenlerin yapması gereken ibadetlerdir. Ahlak ilkeleri ise, insanın ömrü boyunca hayatta uygulaması gereken değerlerdir. Bunlar samimi olmak, iyi niyetli olmak, fedakârlık, yardımseverlik, dürüstlük, güvenilirlik, kötü konuşmamak vb. gibi özelliklerdir.

Yusuf el-Kardavi’nin “İbadet” kitabında, ibadetin anlamı, hikmeti hakkında bilgiler verilmekte; Asrı saadetteki inanç ve ibadetler anlatılmaktadır. Burada bu bilgilerden bir özet veriyoruz. 

İbadetler; kulu yaradanına bağlar, onun üstün kuvveti karşısında aczini itiraf etmesine kapı aralar. Ezelden ebede kendisini kuşatan nihayetsiz zaman dilimi ile, sayısız bucaksız varlıklar alemi içerisindeki konumunu hatırlatarak; Allah’ın azameti karşısında hiçliğini tefekkür etmesini sağlar. Nihayet sebat ederek nefsini ibadete alıştırdıkça huzur bulur, kendisini tanır. Ailede çevrede dünyada huzur ve barışın kurulmasına hizmet eder. 

İbadet insanın sadece günah kirlerini yıkamak, hata kirlerini örtmek, kötülükleri uzaklaştırmaktan ibaret değildir. İnsanın manevi açlığını gideren, ruhunun gıdasını veren ve kendini marifetullaha eriştiren, kalbini aydınlatan, gönlünü ferahlandıran, ruhani bir zevk veren bir güzel vesiledir.

İbadetin şekilden görüntüden de ibaret olmadığından: “İbadetin huşu huzur ile eda edilerek, gözü gönlü aklı fikri, zarar veren şeylerden vesveseden korumak.” tavsiye edilir. Bir halis niyetle sünnete uygun bir ibadetten gönüller de tatmin olur, meyve semere alırlar.

İbadet ile kâinata hakim olan Allah’a bağlanılır. Kulluğunu acizliğini arz ederek sızlanarak hayatın sıkıntılarına karşı yardım talep edilir, katından bir güç kuvvet ışık ve nur vermesi istenir. Hatta denilebilir ki; bu bağlanma bile, güç kuvvet kazanmaya ibadete sebatla devam etmeye kafidir. 

Allaha dua eden yalvaran yakaran hiçbir kimse gösterilemez ki; o duasının, niyazının kendisine daha hayırlı netice ile dönmüş olmasın. Peygamberimize getirilen salavatlar dahi; zaten sonunda dönüp dolaşıp tekrar bize ulaşıyor ve istifade ediyoruz.  

Namaz

Namaz müminin miracı, dinin direğidir, çok şerefli ibadetlerdendir. Akıllı olanlar var gücüyle namazı gönlünün tahtına yerleştirir. Namaz kulu herhangi bir kapıdan geçirmeksizin doğrudan rabbine götürmekte. Onun huzurunda perdesiz olarak durdurmaktadır. Böylece lütuflar yardımlar alınmakta, ruh şifa bulmakta, nefis berrak olmaktadır. 

Aynı zamanda ibadet bir temizliktir, güzelliktir. Gelmiş geçmiş salihlerin; usanmadan üzerinde durduğu, gayretle devam ettiği, özendiği, dikkatle muhafaza ettiği bir güzel haldir.

Şartları teferruatı ile günümüze kadar intikal eden kurallarına uygun ibadet; hali ile, keyfiyeti ile bugün yapılan beynelmilel kültür fizik çalışmalarının özünü teşkil etmektedir. Müminin hayatındaki sakin çetin ve yorucu anlarında eda ettiği ibadeti, kendisine yardımcı olarak dünyevi bir takım bela ve musibetlere karşı güç olmakta, ruh vermekte, vücudu arıtıp kişinin erdemli zinde kalmasını sağlamaktadır.

İslamın ibadetlerindeki özellikler dünya aydınlarının daima dikkatini çekmiştir. Nitekim “İbadet” de bu hususta verilen örneklerden birkaçını aktarıyoruz.

Üç örnek

-Affroad isimli bir papaz bu hususta gözlemlerini: “Müslümanların arasına ilk olarak giren bir kimsenin; mü’minlerin ibadetlerindeki kıyam rüku sücud tahiyye vb. eylemlerinin tezahüründen dehşete kapılmaması mümkün değildir, zira her nerede olursa olsun evde, işyerinde, kırda, tarlada, çayırda onlardan en çok şahit olduğu şeyler; müslümanın bulunduğu yerde işini bırakıp, her türlü gösterişten uzak, derin bir sükunet ve tevazu içinde; Rabbine yönelip namaz kılması olmaktadır.” diyerek ifade etmiştir.

Zaten peygamber Efendimiz (sav) de: başka ümmetlere verilmeyip de kendisine verilen bu hususlar hakkında; “Yeryüzü benim için temiz ve mescit kılınmıştır, bu yalnız kendi ümmetime verilen bir üstünlüktür, binaenaleyh ümmetimden her kim namaz vaktine ulaşırsa olduğu yerde namazını kılsın.” buyurmuştur.

-Dr. Alexis Carrel ise; Mü’minin namaz sayesinde kazandığı kuvvetin hayat ve insan üzerindeki olumlu etkisini açıklar: “Diyebilirim ki namaz, günümüze kadar bilinen kuvvet ve hareket kaynaklarının en büyüğüdür. Şahsen doktor olmam sebebiyle tedavi ettiğim hastalar üzerinde bunun birçok örneklerini bizzat müşahede ettim, nice hastalar gelmiştir ki onları tedavisinde başarısız olduğumuzda; tıbbî acizlik ve teslimiyet neticesi tedaviden vazgeçince, derhal tedaviye namaz müdahale etmiş ve kısa zamanda onları iyileştirmiştir. Namaz adeta radyum ışınları saçan bir maden gibi büyük bir enerji hareket kaynağıdır. İnsanların yeteri kadar hareket sağlayacak kuvvet bulamadıklarında, sınırlı faaliyetini namaz ile artırmaları mümkündür.” der.

-Prof. Dr. Zeki Ureybi; Mısırlı bir gayrimüslim olduğu halde, vicdanına tesir eden etkenlerden dolayı müslüman olmuştur, bir konferansında namaz hususunda: “Gerek sabah namazında gerek öyle gerekse diğer vakitlerde müezzinin her ezan okuyuşunu işittiğimde, minarelerden ufuklara doğru yükselen ezan seslerinin; hak ile batılı, helal ile haramı ayıran ve insanlığı doğru yola ileten ses olduğunu duyuyor, hissediyordum.” 

“Dikkatimi çeken şeylerden biri de ne zaman seyahate çıksam; yol boyunca tarlalarda yol kenarında basit ve sade elbiseleriyle Allah’ın huzurunda durup zevkle namazını kılan mütevazı insanlara gözüm takılırdı. Yere serdikleri küçük bir seccade üzerinde Allah’a yönelip derin bir huşu içerisinde namazını kılanları görür, aşk ile Rablerini anan bu insanlara imrenirdim. Onların bu halini görünce; (keşke ben de müslüman olup onlar gibi namaz kılsaydım.) diye içimden bir ses duyar, bu arzu ile dolardım ve işte bu namaz ibadeti bile yalnız Allah’ın yeryüzündeki has kullarına nasip ettiği ilahi bir lütuftur, bende istifade etseydim derdim.” diyerek kanaatini ifade etti. Sonunda inandı, müslüman oldu, İslam’la şereflendi.

Bu defa zaruret olmuş, yurt dışına çıkmış bir mü’min duygularını anlatıyor; “Gittiğim yerlerde neredeyse boğulacak gibi oluyordum, diyor; ezan yok abdest namaz yok, cuma yok, yüzlerde vav yok, nur yok. Kalabalıkların hallerinden bir sıkıntı bir çıkmaz içinde oldukları besbelli, gaflet arayış içindeler galiba, cesaretleri yok, sadece işleri adetleri takıntıları ile oyalanıp vakit geçiriyorlar.

Namazla ilgili bir hikâye

Osmanlı terbiyesi görmüş cumhuriyetin ilk yıllarına yetişmiş bir memurdan bahsedilir. Adam İstanbul defterdarlığında müdür muavini çalışkan gayretli bir memur; derken defterdarlığa yeni müfettiş, asıllı itibarlı bir müdür gelir; tecrübeli, dikkat ediyor. Elemanları tanımaya çalışıyor, bir bakmış mesai saatinde muavinlerden biri dairenin kapısından çıkmış gidiyor. Hemen hademeye camdan gideni gösterir sorar; o da onun camiye gittiğini söyler. Müdür bunun üzerine “onu çağırmasını” ister. Odacı gider çağırır, muavin de “namazdan sonra” der dönmez, odacı gelip, “gelmediğini” söyleyince; müdür de; “hemen istiyorum derhal gelsin.” der; tekrar gider anlatır, muavin bu defa kaşlarını çatar; “namazdan sonra dedik ya” der dönmez, odacı müdüre namazdan sonra geleceğini haber verir.

Muavin namazdan sonra gelir müdürünün kapısını vurur girer, vakur heybetli ciddi: “Müdür Bey buyurun beni istemişsiniz” der. Müdür de “kendisini iki defa çağırdığı halde gelmediğini söyler, eğer müdürsem sözümün dinlenmesi lazım değil mi?” der. Muavinde der ki: “İzah edeyim; hepimiz Allah’ın kuluyuz; bizi yarattı, varlık verdi besledi büyüttü her şeyimizi ona borçluyuz itaat edin namaza gelin diye duyurdu ve ezan okuttu ise, artık emir büyük yerden; sizi neden dinleyeyim. Sizin hükmünüz kalmaz gider namazımı kılarım, eğer bunu anlamıyorsanız mührü getireyim, istifa ediyorum.” demiş. Ayrılmış. Mührü getirecek istifa edecek. 

Müdür şaşırmış; konuyu anlamak için daireden iki adam çağırmış muavini sormuş. Demişler ki: Sabah erken gelir vakit namazlarına gider akşama kadar çalışır, yatsıdan sonraya kaldığı olur, işini bitirmeden gitmez. Yarına iş bırakmaz. Kıymetli bilgili iyi ahlak sahibi biridir; demişler. Müdür ne yapsın, istifasını kabul etmemiş, tanıdıkça maneviyatına teslimiyetine görgüsüne hayran kalmış.

Kalp gönül aslında; hakkı seven, hakka teslim olan, hakkı arzulayan manevi bir yaratıktır. Bu itibarla kendisine şer isteği veya kötü bir şey arz olduğunda; kalp gönül hemen bunların bertaraf edilmesini ister. Çünkü bu gibi şeyler dikenli otların ekine zarar verdiği gibi maneviyatı bozar. Onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiştir. Pisleten, örten, gömen kişi ise zarara uğramıştır.

Sebatın kaynağı

Toplum vaktiyle; ibadetle sebatla ilgili: Yunus Emre’den Ömer Nasuhi Bilmen’e kadar sayısız ehlullahtan ulaşmış nice bilgilere vakıftı; kitapları kütüphanelerde, evlerde baş tacı edilir okunurdu; rıza, nefis, gönül, şükür gibi manevi bilgilerle donanırlardı. Bunlar bugüne kadar bize de geldikleri halde; ilgisiz kaldığımız, gereğince istifade edemediğimiz faydalı bilgilerdir. Teberrüken bir demetini naklediyoruz. 

“İnsanların nefsi hususunda en başarılı olanları; (Allah’ın mukadderatına razı olanlardır.) Mü’min: kendinin en kıymetli özelliğinin inancı olduğunu anlamalı bilmeli. Şükrünü eda etmelidir.”

Kim Allah’a itaat ederse, her şey ona itaat eder, Akıllı olan geçmişte işlediği günahları unutmaz; kendisine ne takdir edileceğini, akıbetinin, ne olacağını bilmez ve korkar. Uyanık olur, tevbe eder, dua eder, sadaka verir, ne eder eder kendisini affettirir. 

Kim sakınırsa, sakınma yolunda yürürse, itaate ibadete devam ederse sıkıntılarından kurtulur, nimetlere mazhar olur, ummadığı yerden rızıklandırılır. İman sahibi asildir, iffetlidir, tok gözlüdür, harama iltifat etmez sınırları çiğneyip geçmez.

Kim gönlünü düzeltmeye çalışırsa; Allah da ona, işlerini güzel yapma başarısı nasip eder. Kim iffetli kalmak isterse, Allah onlara iffet verir. Kimde müstağni, ihtiyaçsız olmak isterse, Allah onu zengin kılar, sabretmek isterse ona sabır verir.

Kim alimlerle hemhal olursa ağır kâmil olur yükselir. Kim Allah’ın verdiği nimete şükür etmiyorsa, o nimetin kendinden gitmesini istemiş olur. (Ya rabbi ben bu nimetin kadrini kıymetini bilmiyorum bu nimete layık değilim, benden bu nimeti al.) demiş gibi olur. Halbuki şükrü ihmal edenlerin, o nimet elinde olmayanları düşünüp teşekkür etmesi gerekir.

Maalesef bugün mümin; en kıymetli özelliğinin iman olduğunu bilmiyor. Lüzumlu lüzumsuz çok şeyi öğrenmiş de kafası karışık. Ekseriyet nedense imanının şuurunda değil, sanki kimseye “Aman ha! İmanı muhafaza etmek zordur, dikkatli olun.” denmemiş, onlar da sadece ağırlığı olmayan işle meşgale ile oyalanıp duruyorlar, önemli olan imanın muhafazası ise o akıllarına gelmiyor, gözlerini başka şeylere dikmişler. Düşünseler farkına varacaklar; ihmali zaafı önemli hususları örtüyor bastırıyor. Ayılsalar uyansalar akılları başlarına gelseler, ihmalin manevi hastalıklara sebep olduğunu bilseler ve de bu tür hastalıkların tedavisinin ne kadar güç olduğunu şimdiden anlayıp tedbir alsalar.

Yakın geçmiş

Yirminci asrın başları; telkinli tembihli takipli yıllar, evde sokakta toplumda usulü ile öğüt verilir nasihat edilirdi. Aman kul hakkına girmeyin, kendinizi üstün görmeyin, kimsenin menfaatine mâni olmayın, saçı bitmedik yetimin hakkını düşünün denilir; herkes birbiri ile ilgilenirdi, büyükler büyük bilinir, küçükler şefkat merhamet ile büyütülür, sabır kanaat ortamı evi sokağı ortamı çepeçevre kuşatırdı.

Bilhassa çocuklara gençlere besmele çekin, destur deyin, inden cinden korunun, izin müsaade isteyin, şıpdamaklık etmeyin, düşünmeden söylemeyin, boşboğaz olmayın, gevezelik yapmayın, saklanması gerekenleri söylemeyin, büyüklerin yanında sesinizi kesin, yerine göre gözünüzü yumun, kulağınızı tıkayın, sersemlik ahmaklık hırtkarınlık yapmayın, diz çökün edepli oturun diye telkinat yapılırdı. Daha ortaokul düzeyinde aman bağırıp çağırmayın, kötü arkadaş edinmeyin, sigara içmeyin diye söylerlerdi.

Neredeyse her zaman besmele hatırlatılır, her şeyde, her işin başında besmele çekilirdi, “gece besmele ile yatın, güne onunla başlayın, evden onunla çıkın, eve onunla girin, yemeğe elinizi onunla uzatın, adımınızı onunla atın, ibadetlerinizi onunla eda edin, sözünüze yazınıza her işinize onunla başlayın” diye tenbih ederlerdi. Konuşmaya başlayan çocuklara önce sırası ile bunlar öğretilirdi. Besmelenin her hayrın anahtarı olduğu, Allah’ın Rahman ve rahim isimlerini zikrederek dünya ahiret saadetinin kolayca kazanılacağı ifade edilirdi. Bir de şiir bilirdik.

Uyanırken her sabah
Derim hemen bismillah
Düşürmem hiç dilimden
Allah tutar elimden.  

İsrafa izin verilmeyen yokluk yılları… Zeytinin iki, üç ısırıldığı günler. Çayın yeni çıktığı, inhisar idaresinin iki liraya (iki gümüş liraya denk) sattığı yüz gram çayın kalabalık ailelere iki hafta yettiği, bir bardak çayla kahvaltı yapıldığı, ancak misafirlikte iki bardak çay verildiği, üçüncü bardak teklif edildiğinde misafirin ev sahibinin yüzüne bakıp; “köslü mü (köstebek) çıkaracağız?” dediği; haya ile edep ile sürdürülen ömürler ve kıtlığa rağmen bereketli huzurlu geçen yıllar.

Çocuklara yeni yetmelere; sabah erken kalkmaları öğütlenir, nasiplerin güneş doğmadan önce dağıtıldığı söylenirdi. Geç kalkanların nasipleri erken kalkan gayrimüslim çocuklarına verildiği hatırlatılır; “aman kısmetsiz kalmayın” denilirdi. Çocuklar büyüklerin yanında saatlerce dizüstü otururdu; zaten adet böyle olduğundan, diz çökmekten başka bir şekilde oturma şekli caiz değil gibiydi. Çocuklar dikkat ederler kıpırdamazlardı. Bunlar zamanla edep altyapısı olacağından oturmaları kalkmaları takip edilirdi.

“Edep” ise; yeme içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarında görgü kurallarına uygun, terbiyeli ve kibar davranışlardı. Yine edep, bir toplumda örf ve âdet halini almış tutum ve haller, incelik, kibarlık ve takdirdi. Edepli olmak; Allah rızasını ve insanların sevgisini, takdirini kazanmanın önemli sebebi, güzel ahlakı elde etmenin vesilesi idi. Edep aklın tercümanı bilinirdi. Akıllı olanlar edepsizliğin; küçüğünden büyüğünden sakınırlardı.

Eskiler küçüğe, yetişkine: “Aman lüzumsuz konuşmayın, elin alemin dikkatini çekmeyin, kendinize haset ettirmeyin, düşman çıkarmayın. Rabbinize güvenin; belki de sevinciniz yakındır bilemezsiniz, eğer işinizin yolunda gitmesini istiyorsanız, kimseye fazladan bir şey demeyin, dayanın güvenin mütevekkil olun, teslimiyet gösterin; külli hal geçicidir bilin sabredin” derlerdi. 

“Şükredin, hamd etmek şükretmek hayattaki güzellikleri görebilmektir. Aman hiçbiriniz dünyayı kazanıp da ahiret yurdunu kaybeden olmayın ha!” diye ilave ederlerdi. Her yerde bir edep haya altyapısı oluşmuştu. Büyüğün küçüğün değer yargılarının tamamı inancı yönünde idi. 

Çanakkale’den bir kasabalı; işini bilen, kafa yoran, anlayan, anlatan, çocuklarla ilgilenen, erkan-ı harp birisi, vaktiyle altmışlı yılların siyah beyaz televizyonunda futbol maçı izleyen gençleri görür; biraz seyreder, aralarında bulunur. Sonra izleyenlere der ki; “bu maç ise top oynuyorlar, top peşinde koşuyorlar, ter döküyorlar, düşüyor kalkıyorlar, kendilerini helak edecekler, siz de burada oturmuşsunuz, kiminiz birini kiminiz ötekini tutuyor, heyecan içinde seyrediyorsunuz.” der, beğenmez, tuhaf görür, yavan bulur.

Onlara der ki: “Sizde burada top sahasında aynı şeyi yapıyorsunuz; hiç aklınız mı yok? Top peşinde koşuyor, öfkeleniyor, bağırıp çağırıyor, düşüyor kalkıyor, ter döküyorsunuz da ne oluyor. Gidin bir güçsüzün bahçesini belleyin, Dul kadının bağını budayın, ark açın, nadas ikileyin, gen sökün de bari bunca vaktiniz emeğiniz boşa gitmesin, bir işe yarasın, boşuna koşuyor, çarpınıyor, yoruluyorsunuz da yaptığınız bari bir işe yarasaydı. Siz neden işe, yardıma, hizmete koşalım hayır yapalım demiyor da televizyon seyrediyorsunuz.” diye öğüt vermiş.

İstanbul’da uzun yıllar görev yapan bir Erzurumlu mühendis, babasını kendisinin de oynadığı bir voleybol maçına getirir seyrettirir, maçı nasıl bulduğunu sorar… Babası öfkelenir nasihat verir: “Birbirinize top atıyor yatıp kalkıyor, bir şey var gibi bağırıp çağırıyorsunuz, doğrusu pek bir şey anlamadım. Üzüldüm. Aklınızı başınıza toplayın, spor bu ise bunu bırakın, usulü erkanı ile namaz kılıverin, o size yeter” der. 

Eskilerin neredeyse tamamı haline göre inanç alt yapısını bilirdi. İlmihali öğrenir hayatının her safhasında tatbik ederlerdi, onlar iyiyi kötüyü bidatı aldatmayı tanırlar ve yanaşmazlar itibar etmezlerdi Gelmiş geçmiş salihlerin bilgilerinden önemli birikimleri vardı, çevresindekilere yeri zamanı gelince söylerlerdi.

Hep anlatırlardı: “Allah’ın isminin anıldığı yerlere nur iner, bereket yağar.” derlerdi. O’nun ismini anıldığı yerlere gidin, evde mescitte, camide bulunun ve sohbetlere cemaate devam edin, böyle yerleri arayın. Bu bir nur bereket ise sizin tam aradığımızdır. Nimettir imkandır, ilaçtır, şifadır. Allah’ın ismi anılan yerleri bilin, gidin ihmal etmeyin…

Kim kötü kapılardan girerse; ithama maruz kalır. Kim arsızlarla içli dışlı olursa alçalır. En iyisi kendilerinden haya edilen kimselerle beraber olun; faydalanırsınız, olumlu haller edinirsiniz neticesinde ihya olursunuz. 

Yeryüzünde Allah’ın evleri mescitlerdir. Ve oraya gelene ikramda bulunmak Allah’ın üzerine aldığı bir haktır. (Ramuz 121/6) Karanlıklarda mescide gitmek için atılan adımlar ahiret saadetinin sebebidir. Karanlıkta sabah namazına, gecede yatsı namazına cemaate camiye mescide gidenler; kıyamet günü bir nur ile müjdeleniyor, onlar bu nur ile Allah’ın huzuruna varırlar ve dünyada dahi bu nurdan nasip alırlar. 

Gece namazı ise bünyeden hastalığı derdi attığına; Ramazan orucu ile diğer aylarda üç gün oruç tutmakla göğüsteki vesvesenin giderildiğine, şeytanın dürtülerinden anında haberdar edildiklerine dair rivayetler var.

“Allah’tan en çok bilgi sahibi olan alim korkar. İlim bilgi korkutur. Ahirete ağırlık verdirir, rahat ettirir. Allah korkusu onları korur kurtarır.” Cahil korkmaz. Cehaletinden dolayı cesurdur da nice kimseler vardır ki, cahildir sağlığına zararlı olan şeyleri yer içer. Canının kıymetini bilmez. Bu onun sağlığı huzuru neşeyi sevmemesinden değildir. İradesinin zayıf ve nefsine düşkün olmasındandır. Sonunda yediği içtiği başına bela olur çıkar. 

Şimdi sebat zamanı  

İmanla itaatin ikisinin beraber olması lazımdır. İki güzel haslet de birisi yakin ki şeksiz şüphesiz iman, ikincisi ise dünyayı tanımak ve ondan sakınmaktır, Sadece birisi okursa kabul edilmez. İnanan korunan ve ahirete rağbeti olan kimse yardım görür, iki yakası bir araya gelir. İşleri kolaylaşır, gönlüne zenginlik verilir, korkusu kalmaz, cömertlik yapar, hayır hasenat yapar, sadaka verir, dünyalık peşinde koşmaz, gözü de tok olur.

Diğer taraftan itaat ve ibadet; akla mantığa uygun diye veya dünyevi menfaatleri vardır diye yapılmaz. Sadece emredildiği için yapılır. Böylece nefis ve akıl gibi unsurlar devreden çıkarılır. Düşünce ve davranışlarda hakimiyet yalnız ilahi emirlere hasredilir. Hayatta ibadette kulluğu dünyaya ait alakalardan kurtararak yalnız Allah’a hasretmek gerekmektedir. 

İmanın tezahürü ise iki kısımdan ibarettir. Yarısı sabırdır, yarısı şükürdür. Sabır istenilecek yerden istenilir, zamanla hal edinilir. Her nimete de şükür edilir. Sabah akşam dua edip, af dilemek, istiğfar etmek gerekir. Dualar: Evlere, gönüllere, çocuklara, ticarete, sanata, devlete, millete devamlı huzur rahatlık bolluk ve bereket getirir. Bütün bunlar için samimiyetle istiğfara duaya devam etmek kafidir. Dua tam bir ibadettir, ibadetin de özüdür kendisidir, Dualar geçiştirilemez, Allahtan özenle ısrarla azametle istenir, gereğinin dünyada ahirette verileceği ümit edilir.

Lokman Hekim oğluna; “Oğlum alimlerle beraber ol, onların meclisinde bulun. Çünkü kalpler ekilmemiş toprağın yağmurla yeşermesi gibi, onların sözleriyle halleriyle hayat bulur, düzelir değişir. Ne mutlu o kimseye ki nefsini alçaltmadan tevazu gösterir. Meskenete düşmeden nefsini küçültür. Topladığı malının bir kısmını günah olmayan yere infak eder. Sözünün fazlasını tutar.” diye öğüt vermiştir.

Birde ibadet ve itaatte sebat için dua ederek, hikmet istenmelidir. Kendilerine hikmet verilenler fırsatları kaçırmazlar. Yerinde zamanında iş yaparlar. Gece geç saatlere kadar oturmaz. Erken yatar, gece namaza kalkarlar. Hatta vaktin gerektirdiği birkaç iş varsa, onun en uygununu bilir, en evlasını önceliklisini tercih eder, o işi yaparlar. 

Hikmet verilen kimsenin meşguliyeti; zamanının icap ettirdiği karlı, kazançlı, sevaplı şeylerdir. Her zamanın kendine göre yapılması gerekli işi vardır. O kimse vakti gelmekte olan iş için hazırlanmıştır. Yapıverir. Ramazan’ı erkenden gündemine alır, hacca gidecekse hazırlık yapar.. Mesela namaza az bir zaman kalmışsa; başka bir işe başlamaz, fırsatı kaçırmaz, hemen abdest alıp namazı kılar veya cemaate gider.

Hiç kimse yoktur ki rızkı kendini takip etmesin, telaşlanmak, acele etmek doğru değildir, rızıklar mutlaka gelir sahibini bulur. Herkesin nasibi vardır yazılmıştır, kimsenin rızkı kısmeti kaybolmaz, bir şekilde gelir kesesine cebine ağzına girer, boğazından geçer. 

Bilinmesi lazımdır ki; para mal makam sebeptir vasıtadır ve emanettir, Bunlara dayanmak güvenmek bel bağlamak doğru değildir, hayat madde ile ölçülmez, sadeliklerle yaşanır. Para mal gurur kibir de ortaya çıkarabilir, kandırmaya, aldatmaya sebep olur. Parada malda nafakada israftan kaçınılması, yalnız kendi için değil, ihtiyacı olanlarla, yoksullarla güçsüzlerle paylaşılması esastır. Dünya imtihan yeridir, helali hesap, haramı azaptır, ahirette sorgusu suali vardır. 

İktisat etmeyi, tutumu bilen, israfı bilmeyen, kişi ve toplum asla fakirliğe düşmez. Sade bir hayatın tercih edip iktisata riayet ederek gayretle bir çalışma şarttır. Karın kazancın da israf edilmemesi gerekir.

Vakit ve zamanı da israf etmemek değerlendirmek önemlidir. Vakit elden kaçtı mı geri gelmez. Vakitten kıymetli bir şey de yoktur. Dahası bize erken vakitler bereketli kılınmıştır; rızkınıza bereket katmak için duaya sarılın, erken kalkın, cemaate katılın, helali bilin arayın, haramı bilin kaçının, aman yanlış bir şey yapmayın.

Hülasa

Asrı saadetten sekiz asır sonra; Fatih Sultan Mehmet Devrinin toplumu sağlam bir inanç altyapısı içinde zaafların asgari seviyede kaldığı, ekseriyetin sebatla isabetle örnek bir çevre oluşturduğu, günahların hatırda tutulup pişman olarak tövbe edildiği, ibadetten hayırdan hizmetten yapılanların unutulduğu, herkesin hayıra hasenata yardıma koşarak takva sahibi olduğu, hayır defteri dolu olduğu halde, yine de:

“Pür hatayız pür günahız, rahmi şefkat et bize.” diye dua ederek bu dünyadan göçtüler de geride mamur haneler, tertemiz çevre, imar edilmiş medeni bir devleti bırakıp gittiler.

İşte galiba bu dua bizi işaret ediyor, hani bizim zaafımız baskın, sebatımız zayıf; bu böyle gitmez, beterin beteri, iyinin iyisi var. Önemli olan kurallarımızın yasakladığı şeylerin ne kadar kötü olduğunu, emredilen şeylerin ne kadar iyi olduğunu anlayıp, bari bizde ibadetle hayırla hizmetle; maddi manevi huzur isteyelim.

Kars’da makamı ve camisi bulunan Ehlullahtan Hasan ül Harakani ötelerden seslenir, herkesi yardıma çağırır: der ki: “Allah’ın arzı sırtımıza konulmuştur. Ey civanmertler yük ağırdır, cehdedin ve yiğitçe davranın.” Bu feryat bizi, sanki gönül verin, el verin, güç verin, diye uyarıyor. Yük ağır, Bilgisizlik cehalet yoğun; her neyse Mevla kudret kuvvet sahibidir ve O’nun yardımı ile başarılamayacak bir şey olmadığını hatırlatıyor.

Artık hizmet gayret; gücü yetene düşüyor. Çalışsın çabalasın hizmete katılsın, 

Bari çalışalım gayret edelim, dua edelim, ağlayalım, gözyaşı dökelim. Gözyaşı Rabb’ın lisanıdır; gözyaşının halledemediği başaramayacağı bir mesele de yoktur. 

Bütün ümitlerin kesildiği günde bile, bu kapının eşiğinde ağlayanlara, gözyaşı dökenlere ne mutlu…

O ne güzel Mevla, ne güzel vekil.