Hatır Gönül
Hatır: Düşünme, akılda tutma, birine karşı duyulan saygı sevgi; hatıra ise: Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak anlamına gelir. Gönül de; kalpte varsayılan duygu kaynağıdır. Bunlar sözlük anlamları. Eski türkçede ‘’dil‘’ de gönül demektir.
Gönül insanın iç alemidir. Müminin kalbi gönlü bir hazine; sırlar hazinesidir. Bir kimse kalbini hatıralardan vesveseden sıyırır kurtarırsa, temizleyip basiret gözüyle kalbine bakarsa, gönlünü kendini keşfeder. Gönül sevgilinin teşrifi için hazırlanan yerdir, evdir, gönüller her şeyin en iyisini ister de bulamaz; bulamıyor ya çok gamlıdır, kederlidir.
Gönle gelen inen uğrayan şeye hatır denir. Birden bire kiminin hatırına arkasından gelen bir adamın sureti canlanıverir. Öyleki ardına dönüp baksa adamı görecek, işte böyle bir şeyin gönle gelmesi hatırdır. Hatıralar menşei itibariyle ilahî, melekî, şeytanî, nefsi olmak üzere dört çeşittir. Hatır bağışlanmıştır. Men edilen suizandır, hatırına gelen şeyler konuşulmadıkça veya gereği yapılmadıkça kişiye mesuliyet yüklemez. Ancak açıklanır veya gizlenir veya gereği yapılırsa hesabı vardır..
Aslında gökler, yerler ve onların içindekiler kendisini yaradanı bilirler, hatırlarlar, anarlar, tesbih ederler. Biz ise onların tesbihini anlayamayız. İşte hatırlamak önemli ve her şey yaradanı hatırlamak anmak ile başlar. Bu duygunun kalbe yerleşmesi olgunluktur kemal alametidir. Önce anmak, daima anmak, son nefeste yine O’nu anmak… Herkes Hak’kı hatırladığı kadar yükselir. Konu ile ilgili Şemsi Tebrizi’den bir tavsiyeye bakalım:
Gönül âyinesi sûfi
Eğer kılar isen sâfi
Açılır sana bir kapı
Ayân olur Cemalullah.
Bu sebeptendir ki büyükler daima Allah’ı hatırında, aklında tutarlar. Bu anma onların benliklerini yıkar temizler. İç alemlerini kaplayan her cins kötülükleri de eritir. Hak’tan gayrı gönülde ne ki var, benliklerinden silinir, kaybolur gider ve yerleri Hak varlığı ile dolar.
Ancak şeytan rahat bırakmaz. İnsanın hatırına çok şeyi getirebilir. Onun her şeyini reddetmeye çalışmalıdır. Onun vesvesesi ile oyalanmamalı ona aldanmamalıdır. Hatıralar şeytanî nefsani ise hemen def etmek, yok etmek lazımdır. Rahmani ise gereğini yapmaya çalışmalıdır.
Hatıraların tanınması, farkedilmesi, ayrılması güçtür ve kurallarımıza göre mübah olan hatıraları dahi kalpten çıkarmak gerekir. Zira faydası ağırlığı olmayan hatıralar gönlü meşgul ederler, rahat bırakmazlar. Bu bakımdan büyükler derler ki: Yürüyen kimse gözünü ayaklarının ucuna diksin başka tarafa bakmasın. Göze ne zaman Hak’tan gayrı şeyler takılırsa, gönül elden kaçırılabilir. Sonrasında toplamak kolay olmaz. Onu için beş duyudan biri olan gözü muhafaza edip, dikkati dağıtmamak lazımdır.
Bir de murakabe vardır. Ne zaman kalbe yaramaz hatıralar gelirse, o kimse gözünü sabit bir noktaya diker gözünü ondan ayırmaz, ta ki yaramaz hatıralar defolup gidinceye kadar oraya bakar. Murakabe ile hatıralardan yaramaz şeyler engellenir. Bu sırada hatırına başka şey gelirse hemen onu da ihraç eder. Hatıralar tamamıyla silinip selamet bulunca artık hatırına o türlü şeyler gelmez.
Sevgi ve mutluluk gönül’ün lezzetini duyduğu tadını aradığı şeydir. Gönül sevgiyi saadeti isterde, kimi olgundur sevginin iyisini güzelini kemali sever, kimi kötülüğe meyletmiştir sevginin kötüsünü çirkinini alçağını sever. Sevgi mutluluk iyi ise kötü ise bu hatıralar gönülü olumlu olumsuz etkiler. Bir örnek olsun için hatıraları sorulan hali vakti yerinde, görmüş geçirmiş bir iş adamının verdiği cevaplara bakalım.
Bir televizyon programında sunucu milyoner misafirine sorar: Hayatınızda sizi en çok mutlu eden nedir? Adam cevap verir:
“Hayatımda dört mutluluk merhalesi yaşadım. Ta ki mutluluğu anlayabildim. Önce mala eşyaya düşkünlüğüm oldu. Elde edince mutluluğun bu olmadığını anladım.
Sonra çok pahalı şeylere imrendim, ilgilendim, aldım, kullandım. Onların verdiği mutluluğun da zamanla etkisini kaybettiğini gördüm.
Arkasından büyük şirketler, mesela uluslararası firma sahibi olmayı arzuladım. Böylece mutluluğu yakalarım sandım. Ama hayal ettiğim mutluluğu onlarda da bulamadım. Hatta gördüm ki imkanlar çoğaldıkça sorumluluk artıyor, rahat huzur da kaçıyor, firma meşgul ediyor, istirahattan evden dosttan fedakarlık yapmak gerekiyor.
Daha sonra bir arkadaşım benden engelli çocuklar için tekerlekli araba almada sponsor olmamı istedi. Hemen yüklü bir bağışta bulundum. Teslim günü gelince arkadaşım ısrarla çocuklara kendi elimle arabaları teslim etmemi ve çocukların sevincine ortak olmamı istedi. Tabi ben de gittim. Çocukların arabaları alırken ve kullanırken yaşadıkları sevinçlerini görünce çok mutlu olmuştum.
Bu rutin bir sevinçti belki de bir kaç gün içinde unutacaktım. Ancak oradan çıkmak için kapıya yöneldiğimde bir çocuk bacağıma yapıştı. Nazikçe kurtulmaya çalıştım. Ama çocuk ısrar ediyor bırakmıyor ve yalnız dikkatlice yüzüme bakıyordu. Ona “Yavrum benden başka bir isteğin mi var?” dedim. Çocuğun cevabı bana gerçek ve kalıcı mutluluğun adresini vermişti.
Dedi ki: “Hayır, bir şey istemiyorum. Sadece yüzünü hafızama iyice yerleştiriyorum ki; cennette karşılaştığımız zaman seni hemen tanıyıp, Rabbimizin huzurunda sana bir kez daha teşekkür edeyim” dedi. Aklımı başıma getirdi. Mutluluğun çok başka bir şey olduğunu hemen anladım.”
Mutluluk ve sevgi gönüllerde var edilen ilahi bir duygudur. Hayat bu duygu ile anlamlı olur. Sevginin en üstünü, değerlisi şüphesiz Allah sevgisidir. Gönüller hazinelerdir. Gönüllerde cevherler gizlidir. Bu gizli cevherlerin sırlarını açığa çıkarmak ve bu derinliğe yol bulmak, zevk veren ahenkli nağmelerle mümkündür. Ancak ahenkli nağmeler gönüllerde saklı olan güzellikleri de çirkinlikleri de ortaya çıkarır. Gönüller tabiatları icabı duyduklarına itaat ederler, gizlediklerini açıklarlar. İyilik ise kötülük ise ne varsa ortaya koyarlar.
Doğruluk dürüstlük, temizlik fıtratın yaradılışın gereğidir olumlu özellikleri besler. Eğrilik aldatma ve kandırma ise öze asla esasa aykırılıktır olumsuz özellikleri besler. Gönülü etkileyen olumlu makbul sevgiler; evvela asıl sevgi aşkullah muhabbetullah dır, bunu Allah ehline kendisi lütfediyor. Sonra sırası ile peygamber sevgisi, evliya âlim sevgisi, ana baba sevgisi, eş evlat sevgisi, arkadaş dost sevgisi, kusurluda olsa mü’min sevgisi, günahkarda olsa insan sevgisi; zira günahkarın günahına kızılır, kendisine merhamet edilir acınır ve yaratandan dolayı mahlukatı yarattığı ne varsa sevilir.
Gönülü olumsuz etkileyen makbul olmayan sevgiler ise; önce dünya sevgisi, Uzun emel sevgisi, kendi menfaatını çıkarını tercih etmesi, altın kuruş, para pul, mal mülk, mevki makam sevgisi, yemek içmek gereksiz harcama sevgisi, kumar sevgisi, meşru olmayan oyun eğlence sevgisi ve hırsızın hainin düşmanın kötü insanların sevgisidir
Gönül kişinin iç allemidir, vasidir, nazargah-ı ilahidir. Mukaddestir. Beytullahtır. Mevla, mü’min kulunun gönlüne nazar eder. Gönül irfan hazinesidir. Sevgi ve güzellikle ilgili her ızdırabı da gönülden başkası tam olarak hissetmez. Ancak onların acısını elemini gönül duyar yüklenir, sıkıntısını da o çeker.
Ehlullah demişlerdir ki: Gönülleri muhafazası gayretle tam bir ihtimam ile ve azami dikkatle mümkündür. Allah’ın gönlümüzde olanı bildiğini, gönlümüzün Mevla’nın baktığı gözetlediği yer olduğunu, bizim suretimize bedenimize bakmadığını, sadece gönlümüze ve niyetimize baktığını unutmamamız gerekir.
Gönül iç alemimizde kendisine itaat olunan meliktir, hükümdardır, reistir. Kendisine tabi olunandır. Cem’i aza ona itaat eder. O doğru olursa çevresi de doğru olur. Gönül insanın cevheri, nefsinin maneviyatının mahzenidir. Gönül evini her pislikten, çirkinlikten, günahtan korumak lazımdır. Burada Şemseddin Sivasi’den bir iktibas faydalı olur diye düşünüyoruz:
Vasıl olmaz Hakk’a kimse, cümleden dur olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden Ta ki pürnur olmadan.
Sür çıkar ağyarı, dil’de tâ tecelli ede hak,
Padişah konmaz saraya, hâne mamur olmadan.
Burada ağyar yabancı demektir, dil’de gönüldür. Gönülde hakkın tecelli edebilmesi için yabancı ne varsa sürülüp çıkarılmasının gerektiği belirtilmektedir.
İnsan ruh ve bedenden ibarettir, öncelikle sağlığa muhtaçtır. Beden ve ruh sağlığının ayrı özellikleri vardır. Her nesne tabiatı icabı ne ise onunla beslenir. Beden; nebati, hayvani gıdalara ve suya ihtiyaç duyar. Canın, ruhun, gönlün ihtiyacı ise Allah’ı hatırlamaktır.
Bedenin gıdası yiyecek içecek, ihtiyacı ise elbise ve meskendir. Bunları ifrattan tefritten uzak vasatı ile karşılamak gerekir. Lezzeti lüksü modayı bir kenara bırakmak, oyalanmamak vakitleri değerlendirmek, ömür tükenmeden, ahirete davet vaki olmadan, fırsatlar kaçıp gitmeden zamandan istifade etmek lazımdır. Bedeni ihtiyaçları öne çıkarmak, dış görünümü süslemekle meşgul olmak, ömrü zayi etmektir ki akıl işi değildir
Halbuki gönlün gıdası ne kadar ziyade olursa menfaati çok olur. Hatırında tutacağını unutmazsa, ibadetini itaatini tam yaparsa, tükenmez ahiret nimetlerine ve devletlerine kavuşur, zikir ve tefekkür ile gönüllerdeki cehalet mahvedilir, gaflet gider kaybolur, böylece gönül maddi manevi hastalıklardan şifa bulur.
Can perver olmak, gönül ehli olmak lazımdır. Bedeninin de haklarını vererek sağlık afiyet huzur ile dünya ve ahiret saadetini elde etmek gerekir.
Gönlün beş hali vardır. Bu haller başka azalarda yoktur.
- Çünkü gönüle düşman musallat tır. Şeytan orada oturur ve vesvese verir, sonra meleklerin ilham yeridir. orada yaman bir mücadele vardır.
- Gönlün meşguliyeti bütün azalardan daha fazlasıdır. Zira akıl ve nefis orada savaşırlar.
- Arızaları da hudutsuz ve hesapsızdır. Hatıralar gece gündüz yağmur misali oraya inmektedir. Gönül görülür elde tutulur olmadığından muhafazası çok zordur.
- İlacının bulunması ve tatbiki de güçtür. Ancak itaat ibadet ve bilhassa Hakkın emir ve yasaklarına riayet ile mümkündür.
- Gönül daima halden hale girer değişir. İnkilap halindedir. Sükutu istirahati yoktur. Afetler onu rahat bırakmayabilir.
Gönül kırılma, paslanma ve tozlanma gibi özellikleri ile aynaya benzetilmiştir. Gönül hassastır, incedir. Çabuk kırıldığından aynaya sırçaya, kaseye benzetilmiştir.Gönül değişir durur. Onun sakinleştirilmesi gerekir. Tıpkı rüzgarda bir ağaç dalında sallanan pamuk gibidir. Bunun tespiti sabitleştirilmesi lazımdır. Kalbin gönlün arzu ve hevesi olduğu gibi onun sükuneti ve yorgunluğu da olur. Arzulu ve hevesli bir anını bilip değerlendirmek, yorgun olduğunda da ona dokunmamak gerekir.
Gerek yüzüne karşı gerek gıyabında birine ağır sözler söylemek, kalp kırıcı davranışlarda bulunmak gönül yıkmaktır. Böyle durumlarda onları bulup gönül hoşluğu ile helallaştıklarında kimsenin bir hakkı kalmaz. Gönül hoşluğu ise tarafların dış tesirlerden azade, serbest, hür iradesiyle rahatça candan içten yaptığı helalleşmedır. Ancak helalleşirken bütün kusurlarını ona açıklamak da lazımdır.
Hak sahipleri şayet ölmüşlerse; ahirette sevabı onlara verilmek üzere hayır hasenat yapılmalıdır. Adam hakkını helal etmezse gönlünü almak için çarelere başvurmak adamın gönlünü yumuşatmak lazımdır. Adam hakkını helal etmiyorsa gönlünü almak için başka çarelere başvurulur. Böylece onun gönlü yumuşamış olabilir. En iyi çare başkalarının gönüllerini hoş tutmaktır.
Ehlullah demişlerdir ki; insanlar toplum içinde dört halde bulunur. Bir kısmı iyilik edene iyilik eder, bu -sözüm ona- eşeklere mahsus bir huydur. Bir kısmı kötülük edene kötülük eder, bu köpeğin huyudur. Bir kısmı iyilik edene kötülük eder, bu yılanın huyudur. Bir kısmı da kötülük edene iyilik eder, işte bu velilerin, salihlerin kamillerin ahlakındandır.
Maneviyatın aslını esasını bilenler, dünyaya gönül bağlayanların gönüllerinin durmadan olumsuz değiştiğini, onların erişilmeyen bir gölgenin peşine düştüklerini ifade ederler. Ahiretini dünyasını bilenler hayatın önünü sonunu idrak ettiklerinden daimi bir rahatlık ve ebedi bir huzur içindedirler. Çünkü onlar gönüllerini devamlı olarak izlemektedirler; iki cihanda kendilerini olgunluğa ulaştıracak itaatı, icraatı ve ibadeti akıllarında tutmaktadırlar. Bu öyle sağlam bir iptir ki ona tutunan düşmez. İşte seçkinler daima hakikatlere uygun iş ve çalışmalarla uğraştıklarından ve kesafetlerini ve yoğunluklarını, letafetlerinde erittiklerinden muradlarına kavuşmuşlardır. Burada bir gönül hatırasına bakıyoruz.
İmam-ı Malik müslümanların varlıkları ile iftihar ettikleri dört büyük müctehidin ikincisidir. Pek yüksek bir ilme, parlak bir zekaya, büyük bir iradeye ve takvaya sahiptir. hicri ikinci asırda Medine’de yaşamıştır. Maliki mezhebinin imamıdır. Mezhebi vaktiyle Endülüse, bütün Kuzey Afrika’ya yayılmıştır. Bugünde Sudan, Cezayir, Yemen taraflarında yaygındır.
İmam-ı Malik hazretlerine vaktiyle Mısır ve Türkistan’dan bir takım gayet güzel atlar hediye olarak gelmiş. İmam-ı Şafi de bunları görmüş ve gönlünden “Bir tanesini de bana verse” gibi bir arzu geçmiş. Bu arzuyu anlayan Efendi Hazretleri derhal hepsini birden İmam-ı Şafii Hazretlerine hediye buyurmuşlar.
Buna karşı İmam-ı Şafii “Efendim hiç olmazsa bir tanesini binmek üzere size bırakmayı arzu ediyorum, lütfen kabulünü rica ederim” diye ne kadar ısrar ettiyse: “Evladım beni o kadar hasis ve ufak mı gördün. Ben nasıl olur da Resulullahın bulunduğu bir beldede ata binip gezebilirim. Bunu bana nasıl yakıştırıyorsun” diye mukabelede bulunmuş kabul etmemişler.
Aynı zamanda İmam-ı Malik bir ömür yaşadığı Medine’de mübarek ayaklarına ayakkabı bile giymezmiş ki “Belki ayağım Resulullah (sav) hazretlerinin bastığı yere denk gelir” diyerek yalın ayak gezmeyi tercih edermiş. İşte bu diri bir hayat, kamil bir gönül ile ilgili hatıradır.
İşin aslını bilenler; Gönüller Allah’ın nazar ettiği yerdir, onu makbul ve güzel ahlaklar ile doldurmak ve gönülleri kötü ahlaklardan boşaltmaya gayret etmek gerekir demişlerdir. Onlara göre; Güzel ahlakların kökü, aslı dörttür, bunlar emeli kısaltmak, acele ile hareket etmemek, halka nasihatta bulunmak ve herkese karşı alçak gönüllü olmaktır. Kötü ahlakların da aslı dörttür, bunlar uzun emelli olmak, düşünmeden acele etmek, hased etmek ve kibirlenmektir. Önemli olan da bu kötü huyların gönülden sökülüp atılmadıkça makbul olan huylara sahip olmak mümkün olmaz diye de ilave etmişlerdir.
Allah, dostlarının gönüllerine muhabbet ateşi koymuştur. Ruhlarını kendisine bağlamıştır. Hepsi hayran ve mest olarak yalnız O’na yönelirler. Gönül ehli olanlar çevresindeki insanlara ancak cesedi ile yakındırlar. Gönülleri ahlakı ve kalbi ile cümleden uzaktırlar.
İnsan kendinde biraz saflık bulunca bazı hatıralar hissedebilir, kalbine bazı şeyler gelir. Bunların aslı esası kolay bilinmez. O hatıralara kapılmak doğru olmadığından, peşine düşmemek lazımdır. Hayalleri hisleri rüyaları küçük büyük olayları iyiye yormak, onlarla fazla ilgilenmemek gerekmektedir.
Abdülkadir Geylani: “Kader başa geldiği zaman gönderene kafa tutmak inancı öldürür, tevfik nurunu söndürür. İman sahibin kalbi niçin oldu, neden oldu gibi sözleri bilmez. Belki şundan veya bundan oldu gibi yersiz lafları da söylemez. Bildiği tek şey vardır, o da gelen ne ise; ‘Baş üstüne, hoş geldi, sefalar getirdi.’ diye karşılamaktır.” diye öğüt verir. Bu bizim inancımız içindedir, hayır ve şer Allah’tandır. ancak O dilerse gelecek olan başımıza gelir. Olur ki biz bir şeyden hoşlanmayız oysa o hakkımızda hayırdır; olur ki biz bir şeyi çok severiz, oysa o hakkımızda hayır değil şerdir. Biz bilmezken Allah aslını bilir.
Daima Hakk’ın tarafında durmak, iyiyi kötüyü öğrenmek cana can katar. Dünya muhabbeti gönüle girerse o zaman çok fazla uyanıklık ister, eğer dünyanın teveccühüne aldırmaz da onu vasıta eder hak hizmetinde kullanırsa, bu da büyük bir nimettir.
Affetme, barıştırma ruhların kirini temizler, yerine kardeşliği doğruluğu yerleştirir. Güzel bir söz gönüllerin, kalbin yaralarını sarar. Kişileri hoşnut eder, gönülleri ferahlıkla doldurur, yüzleri güldürür. Güzel bir davranış ve insanları affetmek bağışlamak; peşinden gönül incitici bir şeyler gelen sadakadan hayırlıdır. Yeri geldiğinde gönülleri fethedip nice birbirlerine düşman olanları barıştıran tatlı dil, gücünü gönülden alan manevi bir emanettir. Yumuşak sözler katı kalplere tesir eder. Gönül alan hoş bir söz, tatlı dil, ayıpları örtmek, saygısızlığa karşı bağışlamak kazançlıdır, ihmal edilmemelidir. Bir yumuşak söz hikayesi:
Üç efendi cübbeli şalvarlı, İstanbul Fatih’te bir meyhanenin önünden geçerken birisi “Şuraya girsek, bir tebliğ yapsak olmaz mı?”der. Diğeri “Bizi döverler, dayak yiyebiliriz.” diyerek oralı olmaz. Bir diğeri de “kazançlı çıkarız, Allah için dayak yemiş oluruz.” deyince girerler. Konuşacaklar, tebliğ yapacaklar.
Birisi konuşmaya başlar, kendilerinin komşuları olduklarını söyler, eğer izin verilirse konuşma yapmak istediklerini bildirir; bekler.
Birkaç masadan sesler yükselir, birisi “Hocalar ağzının tadını biliyor, içki içecekler galiba!’’ der, birisi itiraz eder “ Biz sizin caminize geliyor muyuz? Buraya niçin geldiniz?”der. Birkaç kişi de ayaklanır, sallanarak gelirler belli ki dövecekler. Meyhaneci de gelir, teyakkuzda bekler; çıksın gitsinler ve bir olay çıkmasın ister. Sarhoşlar tam ellerini kaldırır vuracaklar,
Bir ses yükselir; bir köşede tek başına içki içen iri kıyım bir genç masasından bağırır;
“Oturun lan yerinize” der.
O tarafa bakarlar, genç pür dikkat ve kararlı izliyor. Yerlerine otururlar. Bu defa genç devam eder;
“Dinleyin lan, adam konuşsun bakalım ne diyecek?” der.
Sükunet sağlanır; dinleyecekler bekliyorlar; Konuşacak olan fırsatını buldu ya, ağır ağır, güzel güzel, yumuşakça bir konuşma yapar. Uzatmaz, sıkmaz, dua eder, veda eder, meyhaneden ayrılırlar. Dışarıda, konuşma yapan şöyle bir düşünür; biraz önce ne konuştum? Acaba faydalı oldu mu? Önemli bir şey unuttum mu? Diye kendini yoklar da bir türlü ne söylediğini çıkaramaz. İçinde bir ukte kalır. gidecekleri yere giderler.
Bir süre sonra meyhanede konuşan Efendi Fatih Nişanca Camisinde vakit namazını kıldıktan sonra çıkarken babayiğit bir genç kendisine yönelir, selam verir. Kucaklar sarılır. Neredeyse kaburgalarını kıracak. Efendi şaşırır, içinden “Â! ne bu samimiyet” der; Genç; “Allah senden razı olsun.” der, musafaha ederler konuşacaklar.
Efendi kendisini hatırlayamadığını, kim olduğunu sorar. Genç hatırlatır, der ki “Hani geçen gün meyhanede bir konuşma yapmıştınız ya ben işte oradaydım, şimdi tövbe ettim, içkiyi bıraktım, namaza başladım” deyince; “Hâ!” der hatırlar. Bu defa efendi – hani ne konuştuğunu düşündü, hatırlayamadı, içinde ukte kaldı ya – gence kendisini ne etkilediğini orada ne konuştuğunu sorar.
Genç de der ki “Hocam demiştiniz ki: size ne oluyor, siz vücudunuzu içki ile dolduruyorsunuz. O vücut sizin değil. Onun sahibi var. Onun sahibi Allah; vücudunuz da Beytullah. Yani Allah’ın evi. Aynı Mekke’deki mukaddes Kabe misali; siz tutuyorsunuz O’nun evini şarapla dolduruyorsunuz. Eh ecel yaklaşıyor, bir gün hepimiz öleceğiz, ömürler doldu doluyor. Yarın hepimizi öldü diye mezara götürecekler. Sonra mahşer gününde hadi bakalım Onun sahibi size sormayacak mı? Siz benim lütfettiğim vücudunuzu yasakladığım şarap ile nasıl doldurdunuz demeyecek mi?” dediniz; işte ben sözünüzün burasında her şeyi anladım, tevbe ettim, içkiyi bıraktım, İman tazeledim, namaza başladım. bir büyük derdimden kurtuldum. Allah sizden razı olsun’’ der. Sonra veda eder ayrılırlar dost kalırlar.
Fikirleri gönülleri karışık, elleri işlerle dolu olanların manevi tedavileri, halvete girmeleri ile mümkündür. Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli Camii altındaki çilehanenin ufacık, daracık odaları hep manen hasta kişilerin tedavileri için düşünülmüş çile yerleridir. İşte buralarda halvete giren muhteremlerin her birisi; sonunda bir dünyaya bedel, eşi emsali pek nadir bulunan kimseler olmuştur. Mesela onlardan biri Eşrefoğlu Rumi’ dir. Sebebi de muvakkat bir zaman halktan ayrılıp, Hak ile olmakla, Hakk’ın lütuflarına mazhar olduklarının alameti, semeresidir.
Gönül sevgilinin teşrifi için hazırlanmış evdir, yerdir deniliyor da Gönüller elle tutulmaz, gözle görülmez manevidir. Ahiretin sonsuzluğu nazara alınarak ancak nispet edilebilir. Bahtiyar olanların gönülleri genişler vüsat kazanır. Ona kudret eli gelir. Kim gönlünde iyi şeyleri taşır, Hakkı arar, bulmaya çalışır. Ruhunu temiz tutmaya gayret ederse. Bahtiyar olur, bulacağını bulur, dünya ona koşar, ahirette onun peşinden gelir. İkisi de ona hizmetçi olur.
Ne konuşacağını bilmeyen kaba hırçın kişilerin sözü lafı lisanı diken gibidir. Nice dostlukları bitirir. Onlardan ibret almak lafı sözü bilerek tartarak söylemek Bilmediğiniz anlamadığınız bir şeyin ardına düşmemek gerekir.Çok gülenin heybeti azalır. Şakacı olanlar bu yüzden hafife alınırlar. Çok konuşanlar, çok hata yaparlar. Kulak, göz, gönül yaptığından ettiğinden sorumludur. Bunlar hata ise hesabı vardır. Çok hata yapanların hayaları eksilir. Hayası eksilenin takvası azalır. Takvası azalanın kalbi gönlü ölür. Hatırlar gönüller ihtimamla korunmalıdır ki elden kaçmasın.
Peygamberler müminlerin nazarını oldukları yere değil; bilhassa ötelere evrensele çevirmeye çalışmışlardır. Çünkü ilim, hikmet Allah’ındır. İlim O’ndan gelir O’na döner. İlim Çin’de olsa gidip öğreniniz, ilim bir kafirin dudaklarında olsa da alınız diye inananlara emretmişlerdir.
İslam hayatın bir yaşama tarzıdır, sadece namaz, sadece Ramazan, sadece oruç, sadece hac değildir. Hayatta belli bir iman sistemine göre ömür sürme tarzıdır. Hatıraların gönüllerin saf tutulmasını önerir; kurallarımız aile yuvasını kutsal sayar, anneye değer, babaya paye verir, onlara itaat etmeyi çok sevaplı gösterir, ailenin ferdin toplumun saadetinin temelini işaret eder. Sağlığımız temizliğimiz için; abdestle, yıkanmakla, tırnak kesmekle, dişleri fırçalamakla yükümlü tutar, bizim ruhumuzu bedenimizi korur. Bu bakımdan kendisine rızkını, sağlığını, aklını ve her türlü nimeti veren Allah’ı herkesin mutlaka doğru tanıması lazımdır İşte bu samimiyettir, farzı ayındır, bir emrin yerine getirilmesidir.
İnancımız sabahtan akşama, geceden gündüze, evden iş yerine, beşikten mezara her hali ilgilendiren bir bütündür. Bu bütün ‘’İçinde kişilerin mesut yaşayabileceği’’ nezih bir ortamdır. İtikadımız inancımız ebedi saadeti sağlamak için gerekli kuralları koymuştur. İnsan için mümin olmak muvahhid olmak menfaati icabıdır.
Dahası kurallarımız; Asrı saadetten itibaren yenilgiye uğrattığı milletlerin halkının nazarında hüsnü kabul görmüştür. Toplumlar İslam ordusunun katiyen ‘’sonradan görme’’ olmadığı kanaatindedirler. Mücahitler gönüllere hitap etmişler. Kendilerindeki doğal kibarlığı, cazip zerafeti ile karşılarındakileri olumlu bir şekilde etkilemişlerdir. Onların imanından aldıkları asaletleri, hakimiyeti altında oldukları milletlere örnek olmuş; onları takdirle izlemişler, onlar gibi olmaya, onların seviyesine yükselmeye çalışmışlardır. kısaca “müslüman” olmaları için bu tebliğ yetip artmıştır.
Bunlar yerli ve yabancı bilim adamlarının tesbitleridir. Ayrıca başkalarının dini inançlarına gereken hürmeti gösterme özelliği ve samimiyetleri yeni alınan ülkelerde fevkalade tesirli olmuş neticesinde bir yığınlar yeni müntesipler olmuşlardır..
Bizzat yabancı hükümdarlar da İslam dininin üstünlüğünü kabul etmişler. İslam kültür ve diline, hayat ve tefekkür tarzına can-ı gönülden tâbi olmuşlardır. Bu yeni fikrin; dünyayı şekillendirme kudreti çok muazzam olmuştur.
Kalplerin, gönüllerin olgunluğu, kemal ile tevhid ve tevekkül ile bütün işlerde ihlas sahibi olmakla mümkündür, hatıraların ve gönüllerin fesadı ise bunların yokluğu ile olur.
Hasan-ı Basri asr-ı saadette yaşamış Allah dostudur. Onlar iç alemlerine varıncaya kadar her şeylerine dikkat etmişler, kendileri safa içinde safaya, zevk içinde zevke gark olmuşlardandır; Efendimiz (sav). zamanında, onun terbiyesi ile yetişmiştir.
Hikaye olunur ki; Hasan-ı Basri bir gün Bağdat’ta Dicle nehri kenarında siyah bir adama rastladı. Bu adam, yanında bulunan kadınla şarap içiyordu. Hatırına geldi ki “Bu siyahi şarap içmeseydi benden üstün idi” dedi. Hasan-ı Basri’nin adeti ise nefsini her şeyden aşağı görmekti.
Bir de baktı ki iki adam Dicle’de boğuluyor, hemen o siyahi adam Dicle’de su üstünde yürüyüp o adamları kurtardı. Sonra Hasan-ı Basri Ye dönüp; “Ya Hasan, Allah indinde sen benden üstün isen, sen de benim gibi suda yürü ve boğulanlardan birini kurtar.”dedi ve “Bu yanımda bulunan kadın anamdır, içtiğimiz zemzem suyudur. Biz burada senin kalp gözünün açık olup olmadığını anlamak için oturduk.” diye ilave etti.
Hasan onların ayaklarına düştü: “Siz onları boğulmaktan, beni de mümine kötü zan beslemekten kurtardınız.” dedi. O zat da Hasan-ı Basri Ye şöyle: “Ya Rabbi Hasan’ı içinde bulunduğu halden kurtar, zira Hasan senin katında benden yüz derece daha üstündür.” dedi dua etti.
Hasan Basri alçak gönüllü idi, onları gördü şarap içiyorlar sandı. içmeseydi bu siyahi adam benden üstündür dedi. tevazu gösterdi, sonra aslını anladı. Adamın ayağına düştü beni kötü zan beslemekten kurtardınız dedi. İyi niyetin hüsnü zannın ardı arkası haddi hududu yoktur, bunlar önemlidir. Bu tevazu ve alçak gönüllülük ancak salim bir gönüllerin meyvelerindendir. .
İnsana gereken önce nefsini bilmek, teşhise çalışmaktır, bu gayelerin en yükseğine götürür. Güzel ahlaka ulaştırır. güzel ahlak ise imandır, ameldir, zikirdir, alçak gönüllülüktür. Bunların Adem Aleyhisselama verilen ilmin yansımaları olduğu bildirilmektedir.
Bil ki; kim hangi iyi şeylerden hoşlanıyor, rahat ediyorsa mutluluğu ondadır. Gözün lezzeti iyi şeylere bakmakta, kulağın lezzeti makamları, güzel sesleri dinlemekte, gönüllerin lezzeti niçin yaratıldığının şuurunda olmaktadır. İnsanın saadeti de Mevla’yı bilmektedir. Allah’ı bilmek ise elbette lezzetlerin, rahatların en üstünüdür. Çünkü lezzetlerin, rahatların son mertebesi Rabbini bilmektedir. Bir mübarek zat diyor ki;
Allah sana senden yakın,
Kulluğunu her dem takın,
Terki edepten çok sakın.
Mevlamız bize; ‘’Size şah damarınızdan daha yakınız, nerede olursanız sizinleyiz, ne yaparsanız onu görürüz.’’ diye bildirmiyor mu? Öyleyse bize yakın olduğunu, bizimle olduğunu, bizi gördüğünü aklımızdan çıkarmayalım. Daima hatırlayalım. Ona karşı samimi olalım.
Samimiyet imanımızın ibadetimizin ruhudur. izzetimizin şerefimizin farkına varmaktır. verilen nimetlerin değerini bilmektir. Ruh ve beden sağlığımızı korumaktır, ömrü boşa tüketmemektir.
Acaba farkına varıyor muyuz, her gün bize birkaç hatırlatma davet var. Yurt dışından Edirne’ye giriş yapanlar bunu daha iyi anlıyorlar; “Ezanı duyuyoruz heyecanlanıyoruz, gözümüz yaşarıyor.” diyorlar. İşte bu bir çağrı; büyük yerden bir davet; adresi de gönüllerimiz. Eksiksiz bir tebliğ , bir şifa ve bizden istenen de samimiyet., anlayabilsek bize yetecek, dinleyip duasını etsek, sonra müsaitse icabet etmek, müsait değilse üzülmek istifademize olacak, deftere geçecek ve gözümüz gönlümüz şenlenecek.
Sözün en güzeli bize kitap olarak indirildi. Şimdi o bizim başımızın üstünde ve açıp okumak bize düşüyor. Bizim burada da samimi olmamız isteniyor. çünkü bu bir emirdir. Onu öğrenip anlamak ve onunla tenlerimizi ürpertmek, gönüllerimizi kalplerimizi yumuşatmak bizim için gerekli oluyor. Zira kalp; ancak iman nuru ile dolduğunda gönül olabiliyor, küfre yöneldiğinde ise artık o nefistir ve baş belasıdır.
Başımızı ağrıtan nefis belalarından birisi de mahremiyettir. Mahremiyet kişinin sadece kendisine ait olan alandır. Sınırları kurallarımız tarafından belirlenmiştir. İnananlar mahremiyet sınırlarına riayet etmekle yükümlüdürler. maalesef günümüzde mahremiyete dikkat edilmemekte; teşhir ve ihlâl giderek büyümekte bir probleme dönüşmektedir.
Mü’min her zaman ve zeminde olduğu gibi telefon bilgisayar internet ve teknolojik imkanları kullanırken de batının kurallarını bir tarafa itip; imanı icabı doğru hareket etmek zorundadır. Allah’ın haberdar olan, işiten, gören olduğunu hatırdan çıkarmaması lazımdır.; gündelik hayatta olduğu gibi dijital ortamda da tutumlarına inançları yön vermelidir.
Hülasa eğer gönlünün geniş kalbinin hoş olmasını istersen, halkın dedikodusunu işitme, onların söylediklerine bakma. Haktan başkasını tanımayanlara uy, onlar asıldan esastan ayrılmayanlardır. Allah’ın hoşnutluğunu da dilersen o zaman sabırlı ol üzülme. Bu bir büyüğün tavsiyesidir.
Gönüllerin istirahatı yoktur. Gece gündüz meşguldür, her şeye ilgi duyar. hatıraları bu iyidir bu kötüdür diye seçmez, vakit ayırır oyalanır. Bu bakımdan iç dünyamıza ihtimam göstermek gerekir, gönüllerimizi kendi haline bırakmak doğru değildir. Eğer bir zaafiyeti olursa çaresine bakar, tevbe istiğfar dua eder durumunu ıslah ederse ahlakı güzelleşir, neticesinde iyi huylar edinir. Kötü huyların ıslahı için de usuller vardır. Erbabının bulunması tavsiyelerinin yerine getirilmesi lazımdır.
Nihayet Yunus Emre’den bir hatıra:
Çalış kazan ye, yedir,
Bir gönül ele getir;
Yüz Kabe’den yeğrektir,
Bir gönül imareti.
Gönül imareti hatırlatılıyor, gönül imareti nasıl olur, nasıl imâr edilir. Erbabından bileninden öğrenelim; kiminin gönlünü alalım, kiminin gönlünü okşayalım, gönül adamı olalım. Dünya geçici, herşeyi de geçici; bizim bileceğimiz eğer marifetullah gönülde olursa, ona ölüm bu alemden diğer aleme geçişten ibarettir, başka birşey değildir.
Gönüller hazinedir irfan kaynağıdır. Gönlümüzü unutmayalım koruyalım, başında bekleyelim, bekçisi olalım, dikkat edelim. Aman! Gönlümüze yad yabancı girmesin.
Hatır gönülle ilgili Peygamber Efendimizden bir dua:
Ey işlere hükmedip gören, gönüllere şifa bahşeden! Denizleri birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi bizi de cehennem azabından, helake götüren çağrıdan ve kabirler fitnesinden koru. Amin